Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

27 Mayıs '12

 
Kategori
Öykü
 

Dedektifin günlüğünden sarı sayfalar "Çok şükür!"

Eve döndüğümde saat geceyarısını geçmişti. Bir yerde oturup birkaç kadeh içmiştim. Koltuğa yığıldım ve bir kadeh viski koydum. Ardından sigara yaktım. Işıkları açmamıştım. Dışarıda dolunay vardı ve bir parçasını benimle paylaşmaya karar vermişti. Mükemmel bir ışık hüzmesi camı geçerek ofisin ortasına düşüyor halıyı geometric biçimde aydınlatıyordu. Güneşim yoktu ama ay benimdi. Bu loş ortamda oturup düşüncelere daldım. Çok eskilere gittim. Ege’de küçük bir kasabaya.

Onaltı yaşımdaydım. Küçük bir evde yaşıyorduk. Bir ablam vardı. Bir de kardeşim. Babam memurdu. Fazla kazanmasada geçiniyorduk. Bir yaz günü bahçede yemek hazırlığı vardı. Babam, masaya oturmuş özenle dilimlenmiş meyve ve çeşitli mezeler eşliğinde rakısını içiyordu. Kulağı radyodaydı. Mükemmele yakın doğranmış bir elma attı ağzına. Ardından bir yudum aldı içkisinden ve bu zevk şölenini kavun taçlandırdı.

Bahçeyi severdi babam. G....t kadar yere sürekli birşeyler eker, dikerdi. Aklına ne gelirse. Biz de bu işlerde ona çıraklık ederdik.

“Biraz daha kaz. Hayır, daha. Evet, şimdi bana bir tasın içine su koy ve getir.” Bu tür komutlar verirdi bize. Bir süre sonra bahçede etrafımız saran çeşitli

meyve ağaçları ve fidanlar belirdi. Şimdi o ağaçların ortasındaki küçük meydana bir masa atmış, kendi yarattığı cennetin tadını çıkarıyordu.

Bir elma daha attı ağzına. Sonra bahçesini özenle gözden geçirdi. Herşey yerindeydi. Daldaki meyveler sayılıydı. Zamanı gelmeden kimse koparamazdı onları. Sabah erken kalkar kuşları kovalardı. Pencere camının içine sotelediği küçük taşları vardı. Sabahın köründe uyanır şeytan taşlar gibi bir nefret dalgası yayan bakışlarla taşlardı kuşları. Neyseki kimse meyvelere dokunmamıştı. Bu faslı atlatmıştık. Sonra yeni ıslatılmış toprak üzerinde kendi kuyruğuyla oynayan kedimiz babamın dikkatini dağıttı. Bir parça peynir fırlattı kediye ve kedi havada kaptı parçayı. Babam başıyla kedinin bu hareketini onayladı. Ardından bizde alkışladık. Kedinin kursağından geçen peynirin sesin dinledik hep birlikte. Buraya kadar sakin ve müşfik bir ailenin yapması gereken herşeyi yaptık. Sorun yoktu. Ben ağzımı açıncaya kadar. Babam, etrafına bakınıp şöyle dedi:

“Çok şükür halimize. Yiyip içip helal hoş oluyoruz. Böyle bir yerde yaşamak için insanlar nelere katlanıyor biliyor musunuz? Çok şükür halimize.”

“Boşuna şükrediyorsun, yukarıda seni duyacak kimse yok!” dedim.

Bunu neden söylediğimi hala bilmiyorum. Belki anlaşılmak, dikkat çekmek, belki kendimi ispat etmekti düşündüğüm. Bir anda o sıcak temmuz gecesi üşüdü. On metre karede soğuk kış başladı. Herkes dondu. Ablam, kardeşim put kesildi. Fırtına öncesi sessizliği aile boyu hissettik. Babam, resmen inançlı adamdı. Sadece fiilen görmemiştik.

Elli yaşını süren birine göre çevikti, masadan nasıl fırladığını görmemiştim. İyi koşamıyordu fakat azimliydi. Ben önde babam arkada koşarken annem bizi bahçeden çıkarken görmüş elinde tepsiyle kalıvermişti kadıncağız.

Babamın beni yakalayamıycağını iyi biliyordum. Koşu konusunda idmanlıydım. Kasabada derecem vardı. Aramızdaki mesafe bir türlü kapanmıyordu. Fakat ihtiyar inatçıydı. Cihad çağrısı almış asker gibi enerjisini yukarıdan alıyordu. Koşarken belindeki kemeri çıkardığını görmüştüm, bu bacaklarımı açmamı sağlamıştı. Bir atın kamçıyı görmesi gibi bir etki uyandırmıştı bende.

On dakika sonra yamaca doğru çıkıyorduk. Aramızdaki mesafe hala kapanmamıştı. İçimden “Lütfen baba, bırak artık, vazgeç!” diyordum. Sonra birden durdu. Elleriyle dizlerini tuttu. Ben de durdum ve karşılıklı olarak asla ölçemiyceğim bir mesafeden birbirimize baktık. Hiçbir şey söylemiyordu. Öfkesi dizlerimi titretiyordu. Ben yolun yukarısında, babam aşağıdaydı. Sonra kemerini beline taktı ve elinin tersiyle sinek kovar gibi kovdu beni. Daha önce hiç bu kadar incinmemiştim. Bu akşam eve dönemiyceğimi iyi biliyordum. Koşup özür dilemek istedim. Kemerle dövülmeye bile razıydım. Horlanmış, itilmiş, dışlanmıştım. Kendimi berbat hissediyordum. Ne vardı çenemi açacak. Şimdi ailece yemeğimizi yiyor olucaktık.

Bir süre bekledim orada belki kardeşimi gönderir, beni eve çağırır diye umarak oturdum eski duvarın üzerinde. Kimse gelmedi. Karanlık çöktü. Sokak köpekleri havlamaya başladı. Yürümeye başladım. Bildiğim en tenha yollardan geçtim Ağladığımı kimse görsün istemiyordum. Dayımın evine kadar böyle sürdü. Üç gün sonra aramızdaki buzlar eridi ama birdaha asla tamir olmayacak bir iz oluştu değişmeyen parçamızın üzerinde…

Evden ayrılma ve polis okuluna girme konusundaki kararımı sanırım o gün verdim. Polis kolejini kazandığım gün sevinmeyen tek kişi oydu. Babam. Benim hukuk okumamı istiyordu. Haklıydı. Ailenin zekası bendeydi fakat doğru kullanamıyordum.

“İyi bir polis olucam. Belki emniyet müdürü.” Dediğimde şöyle bir yüzüme baktı ve “Senden bir b...k olmaz, afedersin…” dedi. Kibar adamdı.

Okul zamanı geldiğinde vedalaşmak için valizimle bahçeye çıktığımda babam masasında oturuyor meyve soyuyordu.

“Gidiyorum. Vedalaşmaya geldim.” Dedim.

Elindeki bıçakla deliliğe yakın bir incelikle soyduğu elmanın kabuğundan gözlerini ayırmadan mırıldandı:

“Benden ırak cehenneme direk.”

Sonra yarıma yakın bir parçayı ağzına attı kütür kütür parçaladı elmayı.

Aradan geçen otuz yıl boyunca o elmanın sesi kulağımdan çıkmadı. Yerleşti oraya. Çoğaldı. Ne zaman elma görsem aklıma o sahne gelirdi. Böyleydi eski adamlar. Sert ve otoriter. Asla sarılmazlardı. Seni seviyorum denmezdi. Fakat bilirdik bizi sevdiklerini. Gözlerindeki bakıştan anlardık. Baba ve oğul arasında gizli bir dil gelişmişti yüzyıllar boyunca. Sadece biz bilirdik dünyanın en acı dilini…

Aradan zaman geçince babam kabullendi polis olmamı. Ablam Sezen öğretmen oldu ve İzmir’e yerleşti. En küçüğümüz Rasim, memur oldu. Malum Ankara’da yaşamaya başladı. Hepsi bir aile kurdu ve çoluk çocuğa karıştılar. Ailenin arızalı geni bendim. Bir yanlışlık vardı. Genellikle bendeydi.

Önce babamı kaybettik. Aradan bir yıl sonra annem. Yaşarken de böyleydiler sırayla hastalanırlardı. Onlar öldükten sonra o eve hiç gitmedim. Yaz aylarında Sezen ve Rasim gider tatillerini geçirirlerdi. Ne onlar beni çağırır ne de ben onları arardım. Bir yanlış vardı diyorum size, genellikle bendeydi…

İşte bu düşünceler beni koltuğumun içine gömüyordu. Kalkmak istemedim ve bıraktım kendimi. Gözlerim kapanırken babamı düşündüm, o güçlü adamı, peşimde koşarken, gözlerinde o bakışı, bir daha evrenin hiçbir yerinde, hiçbir baba çocuğuna bu şekilde bakmayacaktı, kutsal bir kıvılcım vardı o gözlerde, ve şu an o kötü yaz akşamında, orada, o bahçede olabilmek için kalan ömrümü, bir saniye bile düşünmeden vermezmiydim, geri getirebileceğimi bilsem ve şöyle derdim babama:

“Çok şükür halimize baba, Çok şükür…”

 
Toplam blog
: 57
: 122
Kayıt tarihi
: 25.04.12
 
 

İnsan ve hayvanı bir severim. Saygıdan hoşlanmam. Zımparalanmış köreltilmiş sevgiden de.. Kib..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara