Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Şubat '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Deli Gömleği

“Bırak şu şerefsizi yahu...”
“Öyle deme Hilmi Abi...
“Sen de sus... Onu savunma bana...”
“Yapma Abi, bak o herşeyden önce bir baba...”


Yaşanmış mıdır? Hiç sanmam. Babalık, “kutsallık” yüklediğimiz bir kavram değil çünkü.

“O herşeyden önce bir anne...”

Son günlerde ne kadar çok duyduk bu sözü. “Anneliğin kutsallığına” atfen ve iyi niyetle söylendiğini düşündüğümüzden, üzerinde fazla durmadık. “Ayşe”, “öğretmen”, “kadın”, “insan” olduğu halde saygı duyulmayan bir bireye, “annelik” üzerinden değer biçmenin çarpıklığını, saygı talep etmenin anlamsızlığını fark etmedik.

Zihinlerimizdeki “kadın” tarifinin, temelde hep eksiklikler üzerinden yapıldığını ve asıl sorunumuzun bu olduğunu fark etmediğimiz gibi.

Kadın olmak, eksik olmak demek. Pipisiz, dolayısıyla yarım, aşağı, edilgen, güçsüz, savunmasız olmak demek. Kadın olmak, hep bir erkeğe bağımlı olmak, onsuz var olamamak demek.

Kimdir kadın?

Bir erkeğin kızı, bir erkeğin karısı ve çocuklarının anası.

En okumuşumuzdan en cahilimize kadar, hepimizin zihninde bu üç kadınlık hali ile ilgili üç şablon var; uysal bir evlat, sadık bir eş ve fedakâr bir anne. Bu şablonların dışına çıkmaya cüret eden olursa, hemen yakalayıp, kolunu kanadını kırıveriyoruz beraberce. İşin en korkunç tarafı, en acımasızca saldıranların, en olmadık yerlere vuranların erkekler değil, kadınlar olması. Erkeklerin yararına mutlak bir eşitsizliği düzen belleyip, onu koruyabilmek için erkeklerden daha çok çabalayan kadınlar yüzünden, bizimki gibi ülkelerde anneden kızına geçen ve şimdilik tedavisi olmayan bir hastalık “kadınlık”.

Nasıl oluyor da oluyor? Nasıl oluyor da bir insan bir başkasına bağımlı olmayı tek varoluş biçimi olarak kabullenip, buna gönüllü olabiliyor?

Doğduğu günden itibaren, kendisine sürekli “Sen eksiksin...” denilen bir insan, eksik kalır. “Sen yapamazsın...” denilen bir insan, “Yaparım ulen, yol verin hele!” demez. “Kırarım bacaklarını...” diye tehdit edildiğinde, “Kırılmışı var...” diye diklenemez. Pavlov’un köpekleri gibi, çaresizliğe şartlandırılıyor kadınlar. Erkeğe rağmen ya da erkekle birlikte değil, erkeğin izin verdiği kadar yaşıyorlar. Oyun tek, roller belli, diyaloglar kısır ve doğaçlamaya yer yok. Perde “Kızını dövmeyen, dizini döver” le açılıp, “Ana gibi yar olmaz” la kapanıyor. İşte bu yüzden, tarlada çapa yapan kadının da, genetik mühendisi olanın da ufku aynı darlıkta. Her ikisi de vakti geldiğinde baba evinden “telli duvaklı” çıkmayı ve gittiği koca evinde “herşeyden önce bir anne” olmayı hedefliyor.

Bu deli gömleği kadınlara giydirilirken debelenmesinler, rahat dursunlar diye verilen sakinleştiricinin adı da “Kutsal Annelik”.

Hayatlarımız hep ezberler üzerinden yürüyor. Beş kere üçün onbeş ettiğini bilip, üç kere beş sorulduğunda kendini imha eden çocuklar gibi, duyduğumuz hiçbir şeyi sorgulamıyor, sadece papağan gibi tekrar ediyoruz.

Annelik kutsal mı gerçekten? Neden?

Peki, babalık neden kutsal değil?

Meseleye dokuz ay karnında taşımak, canından can koparıp doğurmak, besleyip, büyütmek, yemeyip, yedirmek, giymeyip, giydirmek, çocuk için kendini yok saymak ve bütün bunları bir ömüre yaymak gibi, yapılan ve yapılacak olan insanüstü fedakârlıklar penceresinden bakıldığında, kutsallık iddiası kabul edilebilir gibi görünüyor.

Bir erkekle ortaklaşa üretilen çocuk için, neden sadece kadından fedakârlık beklendiği ve sürekli bunun üzerinden duygu sömürüsü yapıldığı sorusu, hiç sorulmuyor. Bu süreçte erkeğin rolünün “spermler içinde şanslı bir sperm” ve “cüzdan” a indirgenmesi de belli ki kimseyi rahatsız etmiyor.

Çocuk yetiştirmenin bütün yükü, bütün sorumluluğu kadının, ama çocuğun mülkiyeti nedense erkeğin üzerinde.

Babalar, “taşımak, doğurmak ve süt vermek” haricindeki yükü pekâla annelerle paylaşabilecekken, neden bundan ısrarla kaçınıyorlar?

Çocuk, kadının içine kapatıldığı görünmez hapishanenin gardiyanı da ondan.

Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre (*), Türkiye’de çalışabilecek yaşta olan 50 küsur milyonluk nüfusun yarısı çalışmıyor. Bir iş de aramıyor. Bu grubun içinden öğrencileri ve hastalık gibi sebeplerle çalışamayanları ayırdığımızda, geriye kalanlar ev kadını. Milyonlarca kadın çocuk bakmak, yemek yapmak ve yerleri süpürmek için evde oturuyor, dört duvar arasında ömür çürütüyor.

Bu istatistiğe bakıp da, “Türkiye’de işsizlik azaldı.” diyebilmek için, erkek olmak gerek. Bundan daha büyük işsizlik, bundan daha büyük insan israfı hayal edilebilir mi?

“Ben karımı, çocuklarımın anasını çalıştırmam.”

Kadın okursa, bir iş bulup çalışırsa, kendi parasını kazanırsa gözü açılır, insan olduğunun, özgür olduğunun, kimseye borçlu olmadığının farkına varır diye mi korkuluyor? Yoksa dolapta yemek, çekmecede temiz çorap bulunmaz diye mi bu telâş? Ondan mı sürekli “anneliği” kutsamalar? Herşeye rağmen “Çalışacağım.” diyene köstek olmalar?

“Yarın, öbür gün hamile kalıp gider zaten bu...”

İş görüşmesinde utanmadan “Evli misiniz? Çocuk var mı? Yapmayı planlıyor musunuz?” diye soran ve o pozisyon için her halükârda bir erkeği tercih edecek olan patrona, ayırımcılığın suç olduğunu kim hatırlatacak?

Hani çalışan kadına destek, doğumdan sonra iş güvencesi? Hani erkeklerle aynı işe erkeklerle aynı maaş? Çocuğunu gönül rahatlığıyla bırakabileceği bir kreş? O çocuğu çeyizinde getirmediğine göre, hani babalık izni?

Yapılan ve yapılmayan herşey kadına “Evine dön ve orada kal, çocuğuna bak, kocana asi olma” demekle aynı kapıya çıkıyor.

Koşulsuz ve sonsuz fedakârlık şartlanmasıyla şekillenen anneliğin kutsanması, kadını ikinci sınıf kabul eden düzenin kutsanması aslında.



(*) Hane halkı işgücü araştırması 2010 Ekim dönemi sonuçları (Eylül, Ekim, Kasım 2010) - www.tuik.gov.tr

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..