- Kategori
- Gündelik Yaşam
Demek ki yaşlanmak böyle bir şey

Son memleket ziyaretimde şehri dolaşırken yeni açılan alışveriş merkezinin kapısına yaklaştığımda 10- 12 yaşlarında birkaç çocuk yanıma gelip ”abi biz de senle beraber girelim mi?” dedi. Önce ne demek istediklerini anlamadım, “nereye geleceksiniz benimle?” dedim. Alışveriş merkezini işaret edip “kendi başımıza gittiğimizde bizi içeri almıyorlar da, senin yakınınmış gibi yanında gelelim” dediler. O anda anladım durumu!.. Meğer içeride fuzuli kalabalık yaratıyor, yaramazlık yapıyorlar diye yanında ebeveynleri olmayan çocukları içeri almıyorlarmış.
“Hadi gelin o zaman” deyip çocukları yanıma kattım. Birlikte içeri girdik. Arama noktasındaki güvenlik görevlisi herhalde çocukları önceden de başkalarıyla görmüş olmalı ki, bir onlara bir bana kuşkulu gözlerle baktı. Ama müdahale edip etmemekte kararsız kaldı. Hiç oralı olmadan çocukları ileri doğru itip, ben de arkalarından yürüdüm. Çocuklar kapıyı biraz geride bırakana kadar benimle yürüdükten sonra koşup dağıldılar.
Uzaklaşan çocukları seyrederken bir düşünce aldı beni de… Birden kendimi otuz beş yıl öncesine ışınlanmış buldum. Gaziantepspor’un fırtına gibi esip birkaç yıl içinde amatör kümeden 3. Lige, oradan 2. Lige, oradan da 1. Lige yükseldiği yıllar. Bizim takımın maçlarını iç sahada oynadığı haftalarda şehirde adeta büyük bir şenlik tertipleniyor. Kamil Ocak Stadı’nın tribünleri her maçta tıklım tıklım dolu; takımı destekleyen seyircinin tezahüratı, gol sonrası sevinçleri tüm şehri ayağa kaldırıyor. Stadyumun seyirci giriş kapılarının önü mahşer günü kalabalığında… Binlerce taraftar, bilet gişelerindeki kuyruklarda, kapılarda, stadın altındaki kebapçı dükkânlarında, dürümcülerin, “cicili bicili” tezgâhlarının, dondurmacıların, “kâhkeci”lerin, meyan şerbetçilerinin önünde sıra bekliyor, bir şeyler yiyor, içiyor, sohbet ediyor, şakalaşıyor, kapıların açılmayışına kızıyor, bir şeylere küfrediyor, maç hakkında tahminler yürütüyor.
Bilet parası vermek istemeyen, ya da bilet parası olmayan gözü kara delikanlılar kapalı ve maraton tribününe göre daha alçak olan kale arkası tribünlerinin dış tarafından tırmanıp içeri girmeye çalışıyor. İçlerinde en güçlü kuvvetli ve uzun boylu olanı en altta duruyor, biri onun omzuna basıp yukarıda bir yerlere tutunuyor, bir başkası daha yukarıda onun omzunda, üstte, daha önce tırmanıp içeri girmiş olan biri yarı beline kadar aşağı uzanarak onu tutup yukarı çekmeye çalışıyor. Böylece yaklaşık iki katlı bir bina yüksekliğindeki tribünler bin bir zorlukla aşılıp içeri sızılıyor. Ama bu her zaman mümkün olmuyor. Arada bir, en alttaki, üstüne binen ağırlığa dayanamayıp yere çöküyor, ya da direkt omzundakini yere atıyor. Üsttekiler bir süre havada asılı kalıp çaresizce bir yerlere tutunmaya çalıştıktan sonra kollarının gücü tükenip paldır küldür yere yuvarlanıyor. Veya stadyum çevresindeki güvenliği sağlamakla görevli polisler geliyor, o şekilde tribüne tırmanan insan zincirini coplayıp kırıyorlar. En alttakiler copu yer yemez kendi canlarının telaşına düşüp kaçışınca üsttekiler bir kule gibi devrilip bir biri üstüne beton zemine kapaklanıyor. Etrafta alaycı kahkahalar, alkışlar, “kaç kaç lan, geliyor” şeklinde takılmalar… Polis yere düşenlere de birkaç cop ekleştirip kovalıyor. Böylece kısa bir süreliğine asayiş sağlanmış olsa da polisler uzaklaşır uzaklaşmaz aynı faaliyet tekrar başlıyor.
Biz çocukların ne bilet alacak paramız var, ne de o şekilde tribüne tırmanabilecek gücümüz, becerimiz... Bilet fiyatları bizim için astronomik. Büyüklerimiz o günlerde futbola, “Yezid, Hüseyin efendimizin kafasını kesip tekmeleyerek top gibi oynadı, futbol oradan kalmadır” mantığıyla bakıyor. Büyüklerimize göre, bu oyunla ilgilenmek sadece fuzuli bir iş değil aynı zamanda günah. Türkiye’de futbol o zamanlar da popüler bir spor olsa da henüz bir endüstri durumuna gelmiş değil. Futbolda şimdiki gibi para yok; aileler aman çocuğum futbolcu olsun diye teşvik de etmiyor. Yani büyüklerimiz elimizden tutup bizi maça götürmesi bir yana, stadyumun yakınında görse kızıp kovalar. Ancak futbol virüsü bir defa kanımıza işlemiş ve biz maç izlemekten de öte stadyumun atmosferini koklamak, on binlerce insanın hep bir ağızdan tezahüratına katılmak, kısaca o şenliğin bir parçası olmak için girmek istiyoruz içeri.
O durumda içeri girebilmemiz için önümüzde iki yol var. Ya biletli bir yetişkin bizi kendi yakınıymış gibi turnikeden geçirecek ya da maçın sonunu bekleyeceğiz, maç bitimine doğru stadyumun boşalması için açılan kapılardan girip ve hiç değilse 10-15 dakikalığına o curcunadan nasipleneceğiz. Maçın başında içeri girebilmek için kapıda sıra bekleyen biletli seyircilere tıpkı alışveriş merkezinin girişindeki çocukların bana dediği gibi “abi biz de gelelim mi” diye dil döküyoruz. Çoğu zaman öyle iyiliksever birilerini bulamasak da arada bir şansımız yaver gidiyor; bazı seyirciler daha biz söylemeden bizi yanına alıp kapıdan geçiriyor. Dünyalar bizim oluyor.
Alışveriş merkezinin kapısındaki olayı yaşadığımda çocukluğumun o masalsı ve güneşli günlerini hatırladım. Ancak bu defasında roller değişmişti. Çocuklara kol kanat gerip yasaklı kapılardan geçirme sırası bana gelmişti şimdi. Demek ki biz de yaşlandık! Bunu anlamanın sayısız yolu var da hiç bu kadar net biçimde dank etmemişti kafama!