Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '12

 
Kategori
Siyaset
 

Demirel'in Özal kehaneti bana 16 Mart Katliamı'nı çağrıştırdı!

Demirel'in Özal kehaneti bana 16 Mart Katliamı'nı çağrıştırdı!
 

Yıl 1978...

İstanbul Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisiydim...

Türk gençleri sağcı ve solcu diye ikiye ayrıştırılmış ve karşılıklı olarak, sırf karşı gruptan diye, gençler birbirlerini öldürmeye devam ediyorlardı...

1978 yılına Demirel'in başbakanlığını yaptığı 2. MC hükümetiyle girmiştik...

Tıpkı sokaklar gibi, tıpkı mahalleler gibi, tıpkı ufak kentler gibi üniversiteler, fakülteler de sağcılar yada solcular tarafından feth edilerek (!) ele geçirilmişlerdi...

Tabii ki baştaki hükümete göre bu ele geçirmede sağcılar yada solcular avantaj elde ediyorlardı.

Azınlıkta olmalarına rağmen, sırf bu avantaj sebebiyle İstanbul Hukuk Fakültesi sağcıların elindeydi.

Solcular okula gelemiyorlardı. Bir iki defa toplu halde gelmeyi denediler, geldiklerine geleceklerine pişman oldular...

Solcuların gelecekleri anında sağcılara bildiriliyor, içerilerde gizemli bir odanın kapısı açılıyor, oradan dağıtılan kocaman kocaman sopalarla giriş kapısında karşılama yapılıyor, bir taraftan öğrenciler sopalarıyla, diğer taraftan, bıyıklarından POL-BİR üyesi oldukları açıça belli olan polisler coplarıyla, kafa göz nerelerine gelirse, meydan dayağı atıyorlardı. Ve solcular arkalarına bile bakamadan kaçıp gidiyorlardı.

Zaman zaman bizleri bir sürü gibi toplayıp ana caddelerde bir asker düzeninde sıraya koyup, zorla slogan attırarak yürüyüş yaptırmalarını saymazsak, bu durumun biz öğrenciler için bir faydası vardı ki o da ülkedeki genel karışıklık devam ederken bizlerin, sağcıların jandarmalığında gayet sakin bir şekilde derslerimize devam edebilmemizdi.

Derken 5 Ocak 1978'de hükümet değişti. Demirel gitti, Ecevit geldi...

Ecevit yanlız gelmemişti, polislerini de beraberinde getirmişti! Ecevit de tıpkı Demirel gibi göreve gelir gelmez önce emniyet müdürlerini değiştirmekle işe başlamıştı. Emniyet müdürleri değiştirilmiş, yeni gelen emniyet müdürleri de stratejik noktalardaki görevli polisleri değiştirmişlerdi.

Yeni gelen hükümetin güvenoyu alma süreci, bürokrasinin işleyiş süreci belli bir zaman almıştı ama yine de kısa sayılabilecek bir sürede işlem tamamlanmıştı. Mart 1978'e girerken artık okulun içinde ve giriş kapısında görev yapan polisler yerlerini yenilerine bırakmış, POL-BİR gitmiş, POL-DER gelmişti... Bunu yine bıyıklardan anlamıştık.

Bu değişiklik, okuldaki düzenin de değişeceği ve mevcut huzur ve sükunun da kalkacağı anlamına geliyordu...

Nitekim çok geçmeden solcular, yine toplu olarak gelmeye başladılar. Polislerin sıkı korumaları altında ta anfilere kadar girebildiler. Anfi ikiye bölünmüştü, kürsüye göre sağ tarafta solcular, kapı tarafında sağcılar oturuyorlar, arada da polisler nöbet tutuyorlardı. Tarafsız öğrenciler de kendi tercihlerine göre, önlerde olmak üzere, ya sağ tarafta yada sol tarafta oturuyorlardı.Bir teneffüs sağcılar, bir teneffüs solcular dışarı çıkıyorlardı.

Okulda müthiş bir gerilim vardı. Bomba patladı, patlayacak gibiydi...

Ama esas moral çöküntüsü sağcılarda vardı. İstanbul Hukuk gibi bir kaleyi kaybetmenin yanısıra, POL-DER-Solcular işbirliğiyle, ileriki günlerde kendilerinin solculara yaptıklarının aynısını yaşayacaklarını düşünüyor gibiydiler.

Ben sağcılar tarafında oturuyordum. Sağcılardan aynı zamanda hemşehrim olan iki arkadaşım vardı. Bazen teneffüste onlarla beraber uzun koridorda turluyorduk...

14 Mart 1978 günüydü... Yine o arkadaşlarla beraber koridorda yürüyorduk. Aniden yanımıza Mehmet Gül geldi. Bilmeyenler veya unutanlar için hatırlatayım; Mehmet Gül İstanbul Hukuk'un önde gelen sağcı liderlerindendi. Birlikte yürümeye başladık. Mehmet Gül'ü ilk ve son defa yakından görüyordum. Demoralize olmuş askerlerine bir komutan edasıyla ve gayet kesin ifadelerle, "İki gün daha sabredin"  dedi ve fakültenin içerisine doğru bizden uzaklaştı.

İki gün sonrası 16 Mart'tı... Hâlâ toplu halde okula gelip gitmekte olan solcu öğrencilerin üzerine, Eczacılık Fakültesi önünde bomba atılmış, peşinden yaylım ateşi açılmış ve 7 öğrenci öldürülmüştü! Bu olay 16 Mart Katliamı olarak tarihe geçecekti.

Tabii ki rahmetli olan Mehmet Gül'ün, "İki gün daha sabredin" derken bu olayı kastedip kastetmediğini kesin olarak bilemiyoruz... Ama, açıklama doğrultusunda böyle bir olayın aynı güne denk gelmesi kuşkulanılması gereken bir durumdu.

Tıpkı Demirel'in, Özal'ın öleceğini bilmesi gibi.

Demirel, sadık emanetçisi Cindoruk'a ve Cavit Çağlar'a Özal'ın üç aylık ömrü kaldığını söylüyor, Cindoruk da bu sırrı kuzeni Emin Çölaşan'la paylaşıyor, o da bunu 2002'de köşesinde açıklıyor!  

Demirel'in bu kehanetini öğrendiğimde yukarıda anlattığım olay bende çağrışım yaptı.

Neredeyse saati saatine bilmenin dışında, her iki olayda da o kadar ortak yönler vardı ki...

1970'li yıllar katliamlar ve faili meçhullerle dolu yıllardı... Aynı zamanda çoğunlukla Demirel'in başbakan olduğu yıllar...

Demirel'in yeniden Türk siyasetinde etkin olduğu 1990'lı yılların başından itibaren faili meçhuller ve katliamlar yeniden başlıyor.

Özellikle Demirel'in başbakanlığındaki 1993 yılı tam bir alaca karanlık kuşağı olaylarının yaşandığı yıldır. Uğur Mumcu'nun öldürülmesi, Adnan Kahveci'nin kuşkulu bir trafik kazasında ölmesi, Eşref Bitlis'in yine kuşkulu bir uçak kazasında ölmesi, korumasız ve silahsız 33 askerin pusuya düşürülerek şehit edilmeleri,Turgut Özal'ın ani ölümü ve Sivas Madimak Oteli katliamı gibi...

Her iki olay da kuşkuludur. 16 Mart katliamı, Hukuk Fakültesi 1. sınıfa yerleştirilen bir istihbaratçı tarafından günler öncesinden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne, solcu öğrenciler üzerine dinamit atılacağı ve peşinden tarama yapılacağı şeklinde rapor edildiği halde, İstanbul Emniyeti'nce hiçbir tedbir alınmadığı, hatta olay günü dağılma noktasına kadar koruma yapılmadığı, korumanın çıkış kapısında hemen kesildiği anlaşılmıştır...

Çölaşan'ın yazısından öğrendiğimize göre Demirel Özal'ın öleceğini neredeyse günü gününe bilmektedir. Yine bu yazıdan, Özal öldükten kısa bir süre sonra 24 Nisan günü Demirel'in Hürriyet yazarlarını çağırdığı bir öğle yemeğinde, Çölaşan'ın Demirel'e bu kehanetiyle ilgili soru sorduğu, onun da Başbakan olarak Cumhurbaşkanı'nın sağlığıyla da ilgili sorumlu olduğunu, bilgiyi Amerika'dan aldığını, hastalığının da prostat olduğunu söylediği anlaşılmaktadır.

Bu sözlerde bir değil birden çok çelişki bulunmaktadır...

Koca Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı'nın sağlığıyla ilgili bilgileri Amerika'dan mı öğreneceğiz. Türk tıbbı, Türk doktorları bu kadar yetersiz mi? Sağlık problemleri olan Özal devamlı doktor kontrolünde değil miydi?

Hastasına en kötüsünü bile yüzüne karşı söyleme prensibindeki Amerikan tıbbı Özal'dan ve ailesinden mi bu sırrı saklamıştı?

İlerlemiş en kötü prostat hastalığı bile aniden öldürmez. Türki Cumhuriyetler'i ziyaret edip yoğun ziyaret programını uygulayacak kadar sağlıklı bir prostat hastası nasıl olur da iki gün sonra ölür?

Özal'ın resmi ölüm sebebi ani kalp durmasıdır. Demirel'in kehaneti prostat hastalığıyla ilgilidır.

Hepsinden önemlisi; hiçbir sağlık problemi olmasa da, cumhurbaşkanı olması sebebiyle devamlı sağlık kontrolü altında bulunması gereken Özal'ın öldüğü gün neden konutunda hazır bekleyen bir ambulans bulunmamaktadır? Neden doktor ve hemşire o gün izinlidirler? Bunların hepsi birer tesadüf müdür? Başbakan olarak Demirel, kendi ifadeleriyle, Cumhurbaşkanı'nın sağlığından böyle mi sorumludur?

Bütün bu soru işaretleri ortada dururken Demirel'in kendinden emin bir şekilde, "Özal'ın öldürüldüğüne inanmıyorum" açıklaması bile en büyük kuşkuyu doğurmaktadır. Çünkü Özal'a otopsi yapılmamıştır. Buna rağmen Türkiye şartlarında nasıl bu kadar emin olunabilir?

Geldiğimiz noktada Özal'ın ölümü her halükârda kuşkuludur. Ya, başta ailesi olmak üzere, bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi zehirlenmiştir yada bir sürü ihmaller silsilesiyle Özaln ölmesine bile bile  göz yumulmuştur.

Ölümünde alınan kan örneğinin, yine ilginç bir şekilde, kaybolmuş yada kaybettirilmiş olması birinci ihitimali güçlendirmektedir.

DDK'nın Özal'ın ölümündeki sıra dışı büyük ihmallere dikkat çekmesinden ve bunu bir "akıl tutulması" olarak nitelemesinden sonra bile Demirel'in çıkıp, "Özal'ın zehirlendiğine yada öldürüldüğüne inanmıyorum" şeklinde açıklama yapması acaba bir savunma refleksi midir?

Demirel yoksa suyu baştan mı kesmek istemektedir? Eski bir cumhurbaşkanının görevi sirasında ölmesi bile başlı başına bir kuşkuyu gerektirirken, sırf bu yüzden bile gerekli araştırma ve soruşturma yapılıp gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekirken, bunu baştan önlemeye çalışması nasıl izah edilebilir?

Kaldı ki, başta Özal'ın bazı bakanları ve şimdiki bazı bakanlar ile basının bazı kalemleri, Özal'ın öldürüldüğünün ortaya çıkması halinde Demirel'in sorumluluğuna işaret etmektedirler. Kehanet olayı ise kuşkuların başını oluşturmaktadır.

Demem o ki; Özal'ın ölümüyle ilgili gerçeklerin ortaya çıkarılmasını, salt kendi adı etrafındaki şaibeleri ortadan kaldırmak için, en çok Demirel istiyor olmalıydı.

Özal'ın ölümü ve Demirel'in gelmesiyle Türkiye'nin nasıl bir makas değişimine uğradığı ve yine Demirel'in kendi ifadeleriyle devletin nasıl rutin dışına çıktığı da tarihi bir gerçektir. (Demirel bir açıklamasında, "Devlet bazen rutin dışına çıkabilir" demiştir.)

Bu nedenlerle Demirel hiç kusura bakmasın...

Onun başbakanlığı sırasında 1970'li yıllarda sağcılar her gün şakır şakır cinayetler işlerken onun çıkıp, "Bana hiç kimse sağcılar cinayet işliyorlar dedirtemez" açıklaması ne kadar inandırıcıysa, Özal'la ilgili, "Eceliyle öldü" açıklaması da o kadar inandırıcıdır.

16 Mart katliamı bir sürü delil yetersizlikleri sebebiyle beraatler ve son olarak da zaman aşımıyla sonlandı. Yani faili meçhul kaldı.

Umarım Özal'ın ölümüyle ilgili çok geç kalmış bir soruşturma gerçeklerin ortaya çıkmasına vesile olur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..