- Kategori
- Aşk - Evlilik
Deniz feneri ile genç sevgililer...
İlk dolmuşun, ilk yolcuları biziz. Sokaklarda kimseler yok. Yollar da çok sakin. Şehir henüz uyuyor. Uyananlar, bizim gibi zorunlu işleri olan birkaç kişi. İnsanın balık tutmak isteyen yeğenleri olursa, balığa gitmek, zorunlu işleri arasında olabilir. Çünkü Pazar günü.
Burası bir liman mı desem, yoksa iskele mi? Yoksa bir yat limanı mı? Yoksa, bu yaz Girne’de gördüğüm marinanın bir benzeri mi? Hayır, hayır hiç biri değil. Burası olsa olsa bir balıkçı barınağı ya da iskelesi olabilir. Sabahın bu saatlerinde, iki yeğenim, deniz motorunu zımparalayan oniki-onüç yaşlarında bir çocuk, bir de deniz feneri var.
Kuşluk vakti. Nem, oldukça bol. Güneş tepemizde, beynimize işliyor. Ter, kısa bir süre sonra tüm vücudumuza yayılıyor. Atmışız oltalarımızı, bekliyoruz balıkları. Balıklar pek rahatsız etmiyor bizi.
Bizi tek rahatsız eden, zımpara yapan çocuğun çıkardığı sesler. Balıkları da. Çocuk bir yandan demirlere zımparayı sürtüyor, diğer yandan alnındaki terleri siliyor. Burada işçi olarak çalıştığı belli. Yoksa, ne işi olur bu saatlerde. Yüzü, sildiği demirlerin yüzeyine benziyor. Kapkara ve gergin. Arada bir dinleniyor ve derin iç çekişlerde bulunuyor. Ahh, off sesleri yayılıyor ortalığa. Sonra, tekrar başlıyor zımparayı demirlere sürtmeye.
Bizim karşımızda, çocuğun yakınında bir deniz feneri duruyor. Yüksekliği üç-dört metre kadar. Yuvarlak ve ak boyalı. Antiklon kablosu kumların üzerinde uzayıp gidiyor. Fener, belli ki uzun bir süredir yanmıyor. Çevrede ne ayak izleri var, ne de lambanın yandığını gösteren bir işaret. Fener binasının kapısı demir ve pas içinde. Kapıda bir asma kilit. Kilit de pas içinde. Uzunca bir süredir, kilide anahtar girmediği anlaşılıyor. Binanın çevresindeki ve kapının önündeki otlar büyümüş. Anlaşılan uzun zamandır fenere kimseler girmemiş. Fenerin lamba kısmı toz toprak ve örümcek ağları içinde. Lambanın yandığını pek sanmam. Çünkü, elektrik kablosu bir süre sonra bitiyor. Fener, çevredeki tek yükseklik. Kim bilir kimlere yol göstermiş bu fener, bir zamanlar? Kim bilir kimlerin gözü olmuş? Kim bilir, "kara göründü" diye kimlere sevinç, heyecan vermiş? Kim bilir, kimlere ekmek kapısı olmuş bir zamanlar?
Bu deniz fenerini ilk defa görenler, köy camisinin minaresi sanabilirler. Ve arkasından, ev olmayan yerde minare ne geziyor, diyebilirler.
Güneş biraz daha yükseliyor. Zımpara seslerinden başka seslerin olmadığı barınakta, farklı sesler gelmeye başlıyor. Önce ayak, arkasından insan sesleri duyuluyor. Seslerin geldiği yöne bakınca, iki genç kızla, bir yağız delikanlının bize doğru geldiğini görüyoruz. Bize doğru şöyle bir göz atıp, her birisinin onbeş-yirmi ton olduğu söylenen beton blokların üzerine çıkıyorlar. Bloklar küp şeklinde dökülmüş. Gayet düzgün bir görünümleri var. Denizin içine sıra halinde dizilmişler. Sonra bir kat daha blok yerleştirilmiş. Böylece, kara ile deniz arasında, küçük bir göl oluşturulmuş. Bloklar da, gölün duvarları olmuş. Gölden, denize açılabilmek için bir kapı bırakılmış. Bloklar, aralarına harç konulmadan, sadece üst üste konulmuş. Birbirlerine değen yüzeyleri de, sıva ile doldurulmamış. O kocaman bloklar, birbirlerine sadece bir noktadan değiyor, aralarından, sular kolayca geçebiliyor. Tabi büyük dalgaların suları değil.
Blokların üzerindeki gençler, birlikte oturup konuşuyorlar bir süre. Sonra, üç gençten biri, bir kız ayrılıyor ve geldikleri yöne doğru gidiyor. Yüz metre kadar ilerledikten sonra, bir blokun üzerine oturuyor ve ayaklarını denize doğru salındırıyor. Ufkunda deniz var. Oturduğu süre içerisinde, ne bir gazete okuyor, ne de el işi yapıyor. Sadece karşıya, denize bakıyor ve derin derin düşünüyor:
"Dost, arkadaş olmak kolay mı? Yoksa burada, birkaç saat tek başına oturulur mu? Kolay mı, böyle bir zamanı geçirmek? Üstelik siz iki sevgili bir arada birbirinize güzel sözler söyleyip, gelecek güzel günlerden bahsederken. Ben olmasaydım, annen, senin çarşıya tek başına gitmene izin verir miydi? Umarım bu iyiliğimi unutmazsın."
Uzunca bir süre oturduktan sonra, genç bayan ayağa kalkıyor ve amaçsız adımlarla biraz dolaştıktan sonra tekrar gelip, eski yerine oturuyor. Arkasından, kız arkadaşının kendisinden nasıl yardım istediğini hatırlıyor:
"Biliyorsun sen benim en candan ve biricik arkadaşımsın. Arkadaştan da öte, bir can dostumsun. Çok önemli ve çok gizli bir sırrımı sana anlatmak istiyorum. Yalnız, anlatacaklarımı kimseye söylemeyeceğine dair söz vermelisin. Biliyorum, sen ağzı sıkı bir kızsın ama, olsun. Yine de içimin rahat etmesi gerek. Belki de, bunları söylediğim için bana kızdın ama, ne yapayım? İnsan, kendini hep güvende hissetmek istiyor. Hele hele bu gibi gönül işlerinde."
Kendisinin de, "Tamam, tamam kız, vallahi kimseye söylemem, yeter, artık söyle, heyecandan çatlatacaksın beni" dediğini, arkadaşının bununla yetinmeyip, "En sevdiklerinin başı için yemin et" dediğini, "Peki, kimseye söylemeyeceğime, en sevdiklerimin başı için yemin ediyorum" dediğini, hatırlıyor yeniden.
Birkaç dakika bu düşüncelerle geçiyor ve genç bayan çantasını açıyor. Sanki çantasında bir şey arıyormuş gibi, eline gelen her şeyi, cüzdanını, rujunu, tırnak makasını, törpüsünü, cımbızını, dantel örneklerini bir kenara çekip, diğer eşyalara bakıyor. Sonra çantasını kapatıp tekrar dalıyor ve arkadaşının söylediklerini hatırlamaya başlıyor:
"Uzaktan tanıdığımız bir genç, uzun zamandır peşimde. Her ne kadar oralı değilmişim gibi görünsem de, şimdiye kadar peşimi bırakmadı. Dün, pazarda alışveriş yaparken, bir fırsatını bularak, Pazar sabahı sahilde bekleyeceğini söyledi. Artık niyetinde ciddi olduğuna inanıyorum. İnanıyorum da, Pazar günü daha herkesin nerdeyse uykuda olduğu saatlerde ben, hangi bahaneyle evden çıkıp, anneme ne diyebilirim? Ta sahile nasıl bir başıma gidebilirim? Üstelik sahilde daha kimseler yokken? Daha denize kimseler gelmemişken? Pazar yerinde konuşamadık. Sadece hafifçe bir selamlaşabildik. O sırada görmeliydin bizi. Nerdeyse birbirine kenetlenmişti gözlerimiz. Birileri fark edecek diye ödüm koptu. Neyse ki bu durum kısa sürdü ve hemen toparladık kendimizi. Hiçbir şey olmamış gibi fiyatları sormaya devam ettik pazarcılara."
"Hem biliyorsun, artık sen de, ben de belli bir yaşa geldik. Bundan sonra geçen her gün aleyhimize. İşte bunun için senden yardım istiyorum. Bu gençle başka türlü bir yakınlaşma fırsatımız olsaydı, bu hallere gerek kalmayacaktı tabi ki. Ailelerimiz desen, tanışıyor ama, aralarında bir yakınlık yok. Gidip gelmeler yok. Ziyaretler yok. Sadece birbirlerini tanıyorlar. O kadar. Zaten bu kasabada herkes birbirini az çok tanır. O da benim gibi. İlk gençlik heyecanını geçirmiş olmalı. Askerliğini de yaptı. Eh, sıra birbirimizi tanımaya geldi. Anlaşabilirsek, neden evlenmeyelim ki?"
"İşte, bunun için senden yardım istiyorum. Şöyle bir planım var: Bilirsin, annem seni sever ve sana güvenir. Arkadaşlığından bana zarar gelmeyeceğini bilir. Anneme, Pazar günü seninle birlikte, bir arkadaşımızı ziyarete gideceğimizi söyleyeceğim ve sana geleceğim. Birlikte şehre ineceğiz ve dolmuşlarla sahile gideceğiz. Önce, üçümüz tanışıp konuşacağız, sonra onunla ikimiz. Gizli kapaklı bir şey yapmayacağız yani."
Hiç düşünmeden, "peki" dediğini hatırlıyor. Zaten ne diyebilirdi ki? Sahilde, işsiz zaman geçirmek zordur. Çünkü zaman sevgililerinki kadar hızlı geçmiyor.
İki genç sevgili yer yer blokların üzerinde oturuyor, yer yer kısa yürüyüşler yapıyor. Şimdiki gençler gibi ne el ele, ne de kol kola yürüyorlar. Öyle yüksek sesle de konuşmuyorlar. Birbirlerinin yüzlerine, öyle romantik gözlerle de bakmıyorlar. Uygar iki insan, uygar bir şekilde geleceklerini konuşuyor. Ah bir de toplum baskısı olmasa! Konuşuyorlar, konuşuyorlar uzunca bir süre. Güneş yakıcılığını devam ettiriyorsa da, artık dik gelmiyor sevgililerin üzerine.
Balıkçılar, geçen bunca zamanda, iki tane küçük balık yakalayabiliyorlar ancak. Olsun, balık tutmanın heyecanını yaşıyorlar ya. Tekneyi zımparalayan çocuk, nerdeyse işini yarılamış. Sevgililerin, yüzlerindeki gerginlik, yerini yumuşamaya bırakmış. Arkadaş bayan, uzunca bir süre, bir başına beklemişse de, "hayırlı bir iş" yapmış. Deniz feneri ise, hem iş yapmamış, hem iş yapamıyor, hem de olduğu gibi duruyor. Daha böyle çoook duracak.
Sevgililer, sevgi dolu adımlarla, arkadaşlarına doğru yürüyorlar. Çok beklettikleri için özür dileyip, yaptığı iyilikten dolayı teşekkür ediyorlar. Defalarca.
Artık, üç arkadaş, üç dost birlikte, hızlı adımlarla, sevinç içinde yürüyorlar. Feneri geçtikten sonra, aralarında ne konuştularsa, birden duruyorlar ve geriye dönüyorlar. Tıpkı askerler gibi.
Son bir kez el sallıyorlar Fenere.