Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Haziran '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Dubrovnik

Dubrovnik
 

Stradun Caddesi


Nihayet uçuyoruz artık. Pilot tipinden ve duruşundan hava kuvvetlerinden gelme olduğunu haykırıyor adeta. Bu bile beni rahatlatıyor. Önce Trakya topraklarının üzerinden geçiyoruz. Ardından Yunanistan. Yazları denize girdiğimiz Fener (Fenari ) sahilinin ardındaki gölün çok büyük olduğunu görünce hayret ediyorum. Ardından Arnavutluk ‘a doğru Makedonya üzerinde gene büyük gölleri görerek uçuyoruz. Bir müddet Adriyatik ve mükemmel bir iniş ile artık Dubrovnikteyiz.

Küçük bir havalimanı var. Bu limanın yazın low cost firmaları nasıl taşıdığına akıl erdiremiyorum. Pasaport sırasına girince iyice afallıyorum çünkü işler oldukça ağır yapılmakta burada. Bekliyoruz. Elimizde otel voucheri olduğu için rahatız. Fakat gruptan dört kişiyi alıkoyuyorlar. Hırvatistan ‘a vizesiz girilebilmekte. Bu da bir şekilde buradan Avrupaya kapağı atabilmeyi kolaylaştırıyor kimileri için.

Önce Dubrovnik ‘ten bahsedelim.

Dubrovnik ilginç bir tarihe sahip. Zenginken Venedik ile epeyce rekabete girmişler. Venedik neden bunları silip süpürmemiş anlayabilmiş değilim. 1203 ‘te İstanbul yolunda iken böyle bir kenti yağmalamışlardı. Neyse Ragusalılar ki Dubrovniklilere Venediklilerin taktığı isim bu, Venedik ve komşuları ile uğraşırlarken, doğudan gelen Türklerle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu kısa sürede anlarlar. Zenginlerdir ama şehrin mottosunda olduğu gibi “Özgürlük satılık değildir her hangi bir miktarda altın karşılığında ” (Non bene pro toto libertas venditur auro) diyerek ak akça kara gün içindir demiş biriktirdikleri parayı Osmanlılara haraç olarak ödemeyi tercih ederler. Osmanlı da bu şehri yutmak yerine kendileri için tarafsız bir liman ve casus üssü olarak yaşatırlar. Bu yaşam bedeli 1478 tarihli ahitnameye göre 12, 500 altın olarak görülüyor. Ayrıca 2, 500 kuruş gümrük bedeli ve 2, 000 kuruş sadrazama kalemiye olarak gönderildiği görülüyor. Bu ödemeler 1815 yılındaki Viyana kongresine dek sürmüş ( Kaynak: Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 6, sf 116 , Dubrovnikliler 1481 demekte bu tarih için)

Ayrıca Osmanlının pekte başarılı olmayan Hindistan seferindeki silah arkadaşları arasında Ragusalılarda var.

Sonra Napoleon fırtınası buradan da geçmiş. Şehre bakan tepedeki kale kalıntıları da Napoleon dönemiyle ilişkilendirilmekte. Napoleon Ruslar tarafından püskürtülmüş. Kısa süreli bir “tam bağımsızlık ” ardından Venedik ve Avusturya yönetimleri dünya savaşına dek süregelmiş.

Havalimanı ile eski kent arası yaklaşık 20 km süren virajlı genelde uçurum kenarında giden bir yol ile birbirine bağlanmış durumda. Çavtat, Mlini derken ileride solda Lokrum adası ve dubrovnik ‘in kum rengi surlarının ardında kırmızı çatıları görünüyor.

Tek sıra surlarla çevrili şehrin giriş kapısının önündeki köprüde ilerliyoruz. Bir zamanlar köprünün altı da, şehrin doğu surlarının dışı da dere tarafından sarılıymış. Zaman yada insan etkisi, belki de ikisinin ortak çalışması ile dere buhar olmuş gitmiş. Giriş kapısının üzerinde şehrin koruyucu azizi Vlahus ‘un bir heykeli var. Vlahus , Sivaslı, ermeni bir aziz. İlk hristiyan şehitlerinden. Nedendir bilinmez bu şehrin azizi oluvermiş. Ayrıca boğaz sağlığınında koruyucu azizi olarak biliniyor.

Kapıdan içeri giriyoruz. Sağımdaki duvarda bir ikona var. İçine çiçek konulmuş. ( Sonraki gidişlerimde de içinde hep taze çiçekler gördüm) Burada ikinci bir kapı ve üzerinde yine aynı aziz , Vlahus var. Burada hoşuma giden bir detayı sizinle paylaşayım. İki kapı arasında gidebilmek için iki yol var. Kısa olan merdivenli. Uzun olan ise tekerlekli araçlarında hareket ettirilmesini sağlayacak şekilde yapılmış. Bu tarafta duvarda Sırp topçuların şehre verdiği zararı gösteren bir harita var. Şunlar hasar aldı, bunlar yandı, buradakiler tamamen yıkıldı şeklinde. İzlenimlerime göre Hırvat iyi ağlıyor... Sırplar şehri yedi ay kuşatmışlar. Kuşatma müddetince yapılan ağır (!) topçu ateşi sonucu şehrin kaybı sadece 114 kişi.

Şehrin içine girince karşınıza uzun bir cadde çıkıyor. Kapıdan denize dek uzanan bu caddenin ki adı Stradun sağlı sollu İtalyan tarzı binalarla çevrili olduğu görülmekte. Verona, Pisa gibi şehirlerin sokaklarındaymış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Girişte, hemen sağfa, üzeri tuğla bir kubbe ile kaplı çok yüzlü bir çeşme sizi karşılıyor. Onofri çeşmesinin her bir yüzünde ayrı bir surat ağızlarından çıkan borularla su akıtıyorlar diyemiyorum çok azı su akıtabilmekte. Buna karşın bu çeşme olsun şehrin tüm çeşmelerinin suyu içilebilmekte. Yerli halk musluk suyunu kullanıyor. Bende çekinmeksizin musluk suyunu içtim. Kısa zaman zarfında bir problem çıkarmıyor. Çeşmenin kitabesinde 1438 yılı yazmakta. Dört yüz rakamının CD yerine CCCC şeklinde yazılmış olması da epeyce ilgimi çekti.

Hemen solda , Spasa kilisesinin yanıbaşında Fransisken Kilisesi, müze olarakta kullanılan manastırı ve 1317 tarihinde çalışmaya başlayan Avrupanın en eski eczanesi yer almakta. Dubrovnik Avrupanın pek çok en eskisine dolayısıyla ilkine sahip. 1347 ‘de yaşlılar için açılan bakımevi, 1377 ‘de açılan karantina binası ( cüzzama atfen sanırım Lazarete adı ) , 1432’de işletilmeye başlanan yetimhane Avrupa için birer ilk olmuş. Halbuki Anadoluda bizden kalan benzeri kuruluşlar Avrupa sayılmamış. İlginçtir Bizans bile Avrupalı sayılmamış ki 6. yy ‘a tarihlenen ve Gülhane Parkında izleri görülen Agios Paulos yetimhanesi ilk olarak görülmüyor. Tipik Avrupalı ikiyüzlülüğü. İşlerine gelince “Bizansın çocuklarıyız” derler.

Şehir köle ticaretini 1418 ‘de resmen yasaklamış.

Stradun ‘un solunda yani şehrin doğusunda kalan mahalleler yamaçta yer aldığından çok sayıda merdieni çıkmak gerekiyor. Neyseki şehir bizim ölçülerimizle epeyce mini olduğu için problem oluşturmuyor. Bu sokaklarda da çok sayıda kafe vb yer almakta. Pencerelerinden rengarenk çamaşırların sarktığı binaları birbirine bağlayan sokaklar kimi zaman küçük şapellere de götürüyor bizleri. Ya da evlerin arasından Yahudi mahallesinede ulaşmak mümkün. Hoş burada getto kavramı yok. Rehber göstermese havra önünden geçtiğimi farkedeceğimi sanmıyorum.

Stradun ‘a inip sahile doğru ilerliyoruz. Buradan da sahile doğru. Şehrin surları içerisinde rüzgara karşıda korunaklı bir durumda olduğumuzu farkediyoruz. Şehrin limanında rüzgara açık bir konumdayız. Buradan hemen karşıda yer alan Lokrum adasına yada yazın üç adalar turlarına katılmak mümkün. Bu üç adalar turu epeyce pahalı bir aktivite. 30 euro.

Burada grup serbest bırakılıyor. Bizde sahilden içeri geçip meydanda şöyle bir dolanıp kafelerin birine girip kapuçino içiyoruz. Korktuğumuzun aksine kapuçino epeyce ucuz ve harika bir tada sahip. Burada biraz oturup ışıklarını teker teker yakmaya başlamış dükkanları ve kalabalıklaşan caddeyi ve tipleri seyrediyoruz. Kadınlar uzun boylu. Erkekler ise epeyce uzun boylu. Dedelerin neden bu taraflara sefer düzenledikleri belli oluyor. Benim bile bir bahane bulsamda kapışsam diye kanım kaynamadı desem yalan olur. İnsanlar sessiz, kendi dünyalarında, donuk tipler. Kimse kimseye karışmıyor. Kimse kimseye bakıp rahatsızlık vermiyor.

Öte yandan hava kirliliği diye bir kavram söz konusu değil. Hava o denli temiz ki karanlık inedururken bile masmavi bir renge bürünüyordu.

Son olarak meydandaki kiliseyi ziyaret ettik. Genelde düğünler için kullanılan kilisede az sayıda dua eden insan vardı. Dışarıdan güzel görünen yapının içerisi epeyce sade. İçeri girip bakmaya değer birşey yok.

Stradun ‘un iki yanındaki binalardaki hediyelik eşya satan dükkanları teker teker dolandık. Magnetler pahalı. Bu arada mumdan yapılan güzel nesnelerde satılıyor. Ayrıca bu dükkanların çoğu küçük bir fark ile euro bozabiliyorlar.

Nihayet otelin bulunduğu Lapad bölgesine ve oradan otelimeze ulaşıyoruz. Burası anladığım kadarıyla şehrin nispeten kalburüstü muhitlerinden biri. Yemek meselesini şansımıza bulduğumuz bir Boşnak lokantasında (Stara Kuca) hamburger yiyerek gideriyoruz. Hamburger büyük, tadı fena değil, fiyatı hesaplı sayılır ama sunum sıfır.

Son gün şehri nihayet tek başımıza gezme fırsatını yakalıyoruz.

Ston ‘a kendi başımıza mı gitsek diye düşündüysem de eşim gerek yok deyince ortak karar alınmış oldu J Ston ve sonrasındaki Korçula otomatikman elenmiş oldu.

Ston ‘un yol üzerinde şarapevlerine uğranılabilen bizler için Osmanlıya tuz sağlayan başlıca yerlerden olma dışında pek bir önemi yok. Yol boyunca kısmen Mostar ‘a giderken gördüğümüz manzaradan da tahmin ediyoruz neler kaçırdığımızı.

Öte yandan Korçula Ston ‘u gördüğümüz yol ayrımından 78 km daha uzakta idi. Feribotla ulaşılabilen, fotoğraflarına bakılınca Budva ‘nın epeyce büyük ölçeklisi bir yerleşim olduğu görülüyor. Uskok denilen Hırvat korsanlarının üslerinden birisi. Ünlü seyyah Marko Polo burada doğmuş. Burada büyümüş ve buradaki bir deniz savaşında Cenevizlilerin eline esir düşmüş.

Bunun yanısıra mütemadiyen bizim korsanlar tarafından da yoklanmış. Bulabildiğim son kayıt 1715 yılına ait.

Havanın iyi olmasına da güvenerek 6 numaralı otobüse atladık ve soluğu kentin kapısının önündeki alanda aldık. Burada şöyle bir uygulama var. Bileti otobüste şoförden alırsanız 10 Kuna ödüyorsunuz. Gişeden yada başka bir yerden aldığınızda ise 8 Kuna ödemektesiniz. Alınan bilet işaretlendikten sonra bir saat daha geçerliliğini koruyor.

Hava iyi. Bir çok uzak doğulu ve yaşı geçkin İngiliz meydanda sağı solu görüntülüyor. Uzakdoğuluların gene abartılı ve mantığını çözemediğim poz vermeleri durumu burada da geçerli. Meydandaki çeşmelerde tıpkı Romadaki çeşmelerdeki gibi çirkin balık figürleri görülüyor. Birde epeyce erotik bir heykel var. Bizde Lavreniak Kalesi ‘ni arka plana alarak epeyce poz çekip şehre giriyoruz.

Günün aktivitesi surların üzerinde turlamak. Bunun için Onofri çeşmesinin arkasında kalan yerdeki odadan bilet alınıyor. Kuna vermezseniz adam başı 7, 5 euro vermeniz yetmekte. (Tam 50, çocuk 20 Kuna) Ücret epeyce fazla ama şehirde yapacak başka bir aktivite yok. Surlarda ilerlemek 1, 5 saati (hızınıza ve zevkinize bağlı tabi bu süre) bulmakta.

Surlar çok güzel onarılmış. Ama gezerken sıcağa ve rüzgara dikkat etmek gerekli. Hava güneşli olduğu için epeyce terledim, rüzgarlı olduğu içinde serseme döndüm. Küçük gözetleme kuleleri var. Saat yönünün tersi istikhamette geziliyor surlar. İlk çıktığımız yerden ana cadde olan Stradun oldukça güzel görünüyor. Onofri çeşmesinin tıpkı Panteon gibi tepesinde bir delik varmış onu da görmüş olduk.

Bu surlarda nöbet tutmak epeyce zor epeyce sıkıcı olsa gerek. Uzun süre tek düze duran mavi bir ufka bakıyorsunuz. Bir süre sonra insanın hipnotize olmuşcasına başka bir şey göremez olması gayet mümkün. Uçsuz bucaksız Adriyatik uzanıyor ufka değin.Kuzeye doğru epeyce zumluyorum makinayı. Bir ada var karşımda ama gezilerde uğranılan üç adadan birisi mi ? Burada en güzel detaylardan birisi surların üzerindeki teleskopların parasız olması.

İlk dönüşü yaptığımız burç Bokar Kulesi. (Lapidarij de denmekte ) Şehrin surlara bakan taraflarında yıkıntı binalar görülüyor. Çatıların renginden hangisi yenilendi, hangisi savaşı kazasız atlattı anlamak pekala mümkün. Bunun yanısıra evlerdeki çamaşır görüntüleri burada da mevcut.

Artık Lokrum adası da görünür durumda. Üzerinde bir restoran, bir manastır ve birde plaj olan adanın vakti zamanında Aslan yürekli Richard ‘a da fırtınalı bir günde ev sahipliği yapmış. Sanırım Akdenizde Richard ‘ın fırtınaya yakalanıp sığınmadığı ada yok. Lokrum daha çok Dubrovnik ‘in limanına doğal bir mendirek gibi bir konumda.

Güneye ilerledikçe şehrin sokakları da kendini gösteriyor. Gerçekten de Venedik ‘in küçük bir modeli. Benzeri dar, kimi zaman üstü kapalı sokaklar burada da karşımıza çıkıyor. Atalarımız da benle hem fikir olmalı ki Ragusa kentine “güzel venedik “anlamına gelen “dobro venedik ” demişler. Rivayete göre zamanla bu isim çevre halkların ağızlarında Dubrovnik ‘e dek dönüşmüş. Zaten şehrin resmi olarak Dubrovnik ismini kullanmaya başlaması 1918 yılında oluyor. . Öte yandan kentin isminin Dubrova yani “meşe ağacı” kelimesinden geldiğini de söylüyorlar. Meşeler yanmış . Surlardan tepelere bakınca daha önceden de dediğim gibi yangınların buradan eksik olmadığını söyleyebiliriz. Buraları da gezelim diyerek listemize ekliyoruz. Denizcilik müzesi ve akvaryuma giden yolda surlardan çıkıp bir bağlantı yolu ile devam ediyoruz. Bu noktadaki burç Aziz İvan kalesi oluyor. Bu ikinci kısma girerken bilet kontrolü yapılıyor. Biletler barkodlu. Bu kısımdan limanı ve meydanı görmek daha kolay. Buradan ilerlerken Aziz Lukas kilisesi ‘nin de yanından geçiyoruz. Giriş kapısı ve merdivenleri güzel. Revelin Kalesine dek gidip burada dinlenip manzaranın tadını çıkarıyoruz.

Yürüyoruz. Önce Dominikenlerin kilise ve manastırdan oluşan kompleksini tepeden görüyoruz. Şehir karşımızda. Minceta kulesi biraz ötede masalımsı bir havaya sahip görüntüsüyle bizi çağırırcasına duruyor. Ona doğru ilerleyip bir ton fotoğraf çekerek en yüksek burca dek çıkıyorum. Eşim yorulmuş olacak kuleye dek çıkmıyor. Kulenin yoksa daha doğrusu burcun üstündeki küçük odanın pencerelerinden fotoğraflamaya devam ediyorum.

Şehre inip Stradun Caddesinin sonundaki kafede dinleniyoruz. Yer gök İtalyan dolu. Belirli günlerde İtalyadan feribotlar gelmekte. Bir detay daha. Bu diyarlarda tuvalet sorununuzu herhangi bir kafeye girerek giderebiliyorsunuz. Kimsenin kimseye karıştığı yok.

Dubrovnik hakkındaki anektodlara devam edeyim. Pek çok internet sitesinde Dubrovnik ‘in cumhuriyetle yönetildiği, yöneticisini seçimle başa geçirdiği yazmakta. Kısmen doğru. Şehirdeki halk üç sınıfa ayrılmış. Asiller, vatandaşlar ve esnaf. Yönetim asil sınıfta idi. Vatandaşlar kısıtlı bir katılım hakkına sahipken esnaf sadece vardı ama etkisi yoktu. Sınıflar arası evlilik mümkün değildi.

Yönetim ikili meclisten oluşmuş Venedik tipi idi. 1 8 yaşını aşan her asilin üyesi olduğu büyük konsülün üyesi olurdu. On bir üyeden oluşan bir de küçük konsül bulunurdu. Bu üyeler devletin başı olan “rektör” tarafından seçilirdi. 45 kişilik bir senato bulunurdu.

Rektörler bir aylık süre için seçilirdi ve bir kişi tekrar rektör olabilmek için en az iki sene beklemeliydi. Amaç burada herkesin yönetme ihtirasını köreltmek ve belirli bir ailenin sivrilmesini engellemekti.

Önce Sponza Sarayına ilerliyoruz. Zaten meydandaki Orlando heykelinin karşısındaki çatısında küçük, süslü heykellerin olduğu yapı burası. Üç katlı yapının zarif birde portikosu var. (Avrupadayız ya revak demiyoruz) Girişin solundaki küçük oda Sırp kuşatmasında ölenlerin anısına düzenlenmiş. Sienadaki belediye binasına benzeyen kısmında ise duvarları Dubrovnik ve civarının geçmişten gelen fotoğrafları ile süslemişler.

Orlando heykelinden de kısaca bahsedeyim. Üç basamaklı bir kaide de sırtını duvara yaslamış, elinde kılıcı ile “vur kafasına al lokmasını” intibahı yaratan heykel şehrin duyurularının yapıldığı yermiş. “Yermiş “ diyorum çünkü pek akılcıl gelmemekte. Normal haberler en alt basamağa çıkarak verilirken biaz önemli duyurular bir üsttekine çıkılarak halka aktarılmakta imiş. En önemli haberlerde tahmin edeceğiniz gibi en üst basamağa çıkıp duyurulmaktaymış.

Her yarım saatte bir iki tunç adam tarafından çanı çalınan kulenin yanından limana çıktık. Önce Lokrum adasına gitmeyi düşündüysekte rüzgarın tesiri ve ne yapacağımızı bilemememizin etkisiyle vazgeçtik. Daha önceden kafamıza koyduğumuz gibi surlarda dolaşırken gördüğümüz labirentimsi ara sokaklara daldık. Önce Rektör ‘ün Sarayı ‘nın güzel revaklarına şöyle bir göz attık ve ilk geldiğimiz akşam giripte beğenmediğimiz Vlaus kilisesine tekrar girmedik. Kilisenin restorasyonu sırasında yapılan kazılarda bir takım parçalar bulunmuş. Bu parçalar sayesinde bilinenin aksine Dubrovniklilerin 7. yüzyılda Cavtat ‘da değilde 4. yy da şimdiki yerlerinde ilk kolonilerini kurdukları ortaya çıkmış. Daha bilim çevreleri tarafından onaylanmadığından her yerde bu sadece teori olarak yazmakta.

Ara sokaklar güzel. Bu sokaklarda dolanmak, sağa sola girip çıkmak gerçekten hoş bir zaman geçirmenizi sağlıyor. Kimi zaman bir kapı tokmağındaki küçük bir detay, kimi zaman bir kapının girişindeki hoş işlemeler kimi zaman sarkan rengarenk elbiseler sizi şaşırtabiliyor, gülümsemenizi sağlıyor.

Sokaklarda dolaşırken bir anda kendimizi Adriyatik ‘i seyrederken buluyoruz. Surların altındaki küçük bir kapıdan girip kayalıklara ulaşılıyor. Surları dolaşırken gördüğümüz balık tutan adamın nereden gelmiş olabileceği sorusunun cevabını da bulmuş oluyoruz.

Elimizde harita ile katedrali bulmamız güç olmuyor. Aslında herhangi bir yeri haritasız da bulmakoldukça kolay. Katedral binası dışarıdan oldukça güzel. Girişin solundaki kamu binası “hazine” olarak heçen yer mi onu anlayamadım. Bu şehrin kiliseleri dışarıdan oldukça güzel. Fakat iç kısımları için aynı şeyi söylemek oldukça güç. Nispeten bu kilise, o da katedral olmasının nedeniyle biraz daha albeniliydi. Altar kısmında porfir benzeri bir iki sütun ve aynı yerdeki yarım ubbenin iç tarafındaki freskler görmeye değer kısımlardı. Ayrıca girişe göre sağ taraftaki küçük, ne olduğu belirsiz, demir parmaklıklı kapının ardındaki nedir, anlayamadım.

Burada da biraz dinlendikten sonra zarif merdivenlerden inerek Gundulic Meydanına varıyoruz. Burada her sabah pazar kurulmakta. Meydanın kenarında birde büyük heykel var. Pazardan bahsedeyim. Genelde civarda yetişen ürünler, hediyelik eşya, ev yapımı içkiler satılmakta. Biz buraya gelene dek pazardan geriye birşey kalmamıştı. Eşim önce limoncello tattı. Napolidekinden daha iyiymiş. Burada turunçgil çok. Napolidekinde de renk tutana dek kimbilir neler katmışlardır... Tatlılarda incir ve üzüm oldukça kullanılmış. Badem, incir gibi kelimeleri satıcı kadınlar zorlanmadan anladılar. Son yıllarda artan Türk turist etkisiyle mi yoksa yıllar öncesinden bu yöreye sinen Osmanlı etkisiyle mi bu da bilinmez J

Hoş bir detay daha. Satılan küçük, yerel kıyafetli kadın biblo yada bebeklerinin kıyafetleri özellikle başlarına bağladıkları örtüler kişinin toplumsal statüsünü belli ediyor. Bir kadın evli mi, bekar mı , şöyle mi böyle mi gibi sorular eski günlerd şöyle bir kılığın abakarak anlaşılabiliyormuş.

Bu kadar yürüyüş insanı acıktırıyor. Rehber kitaplar ara sokaklarda ucuz kafeteryalar olduğunu yazıyor. Nispeten doğru. Balık lokantaları bize pekte ucuz gelmedi. Çok çeşitli ve hesaplı pizzalar var. Ama menülere dikkatli bakmak gerekiyor. Et, salam, sosis burada hep domuz eti. Biz ne olur ne olmaz deyip etten kaçıp basir bir margarita pizza yedik. Adamların zeytinli dedikleri pizzanın sadece ortasında bir yeşil zeytin vardı. Açlıktan silip süpürmüşüz. Bu arada televizyonda ampute oyuncuların olduğu bir voleybol maçı vardı. Epeyce eleştirsemde adamların çok yönlü olduğunu söylemek gerek. Yaşamdan kopmamaya özen gösteriyorlar.
 

Otobüse atlayarak otele dönüyoruz. Burada otobüsler oldukça dakik. Şehir içi ve uzak bölgelere giden araçların tarifelerine bu linkten ulaşabilirsiniz. http://libertasdubrovnik.hr/ Şehir dışı olanlar şehrin öte tarafındaki asma köprünün yakınlarındaki gardan kalkıyor. Öte yandan eski şehrin girişinin önündeki duraktanda yakın çevredeki her yere ulaşmakkolaylıkla mümkün.  

Akşam son yemeğimiz, iyi bir yere gidelim dediysekte girdiğimiz lokantadan koku nedeniyle hemen çıktık. Burada servis neredeyse sıfır. Dünkü boşnak köftesi zulmünden sonra ilk akşam tadını beğendiğimiz Boşnak lokantasında şansımızı deneyelim dedik.  

Önce standartlaşan kestirmeden gidelim diyerek kaybolma vakalarından birini yaşadık. Neyse ki mantık yürüterek kısa sürede istediğimiz noktaya ulaştık. Fiyatı hesaplı ama servis kavramı yok demiştim. Bizde içine döner konulan pidelerden birini ortadan yarmışlar. İçinde beş tane köfte. Yanında ise yemeklik soğan kuşbaşı doğranmış. Yedim tabii. Güvenilir et olunca yenmezse olmaz. Fakat tabakta iki parça domates olsa, biraz renk olsa ne kadar da farklı olurdu.
 

 
Toplam blog
: 35
: 3517
Kayıt tarihi
: 10.08.09
 
 

Gezmeyi severim. Aileden gelen bir alışkanlık bu. Ufacıktım gezdiğimi hatırlıyorum. Gezeceğim. Ağ..