Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ağustos '09

 
Kategori
Dostluk
 

Dünya vatandaşı Sarkis Çerkezyan

Dünya vatandaşı Sarkis Çerkezyan
 

Dünya Vatandaşı Sarkis"Dünya Hepimize Yeter"


Bir dünya vatandaşı veda etti

Türkiye'deki Ermeni kültürünün 'yaşayan efsanelerinden' olan 'Sarkis Usta', 93 yaşında hayata veda etti. Marangoz, devrimci, sanatçı, yazar Sarkis Çerkezyan'dan geriye 'Dünya Hepimize Yeter' kitabı ile milliyet gözetmeden kurduğu dostlukları kaldı.

Evinin önüne attığı sandalyede elinden hiç düşürmediği sigarası, tek şekerli çayıyla Mollataşı Caddesi’nin simgesiydi Sarkis Çerkezyan... Dün öğlen saatlerindeyse mahalledeki çocukların ‘oyuncakçı dedesi’ Sarkis Usta’nın evinin önündeki sandalye sayısı artmıştı. Çocukları, komşuları, dostları, sevenleri akın etti yılların marangoz ustasının evine... İnsana ‘insanlığı’ öğretmeye adanmış tam 93 yıl geçmişti... Her gün ‘Ben Ermeni’yim’den önce ‘Ben dünya vatandaşıyım’ kimliğini vurgulayan milliyetsiz bir asır, pazartesi sabahın ilk ışıklarında son buldu. Uzun yıllarını Türkiye Komünist Partisi’ne adayan Çerkezyan’ın ‘devrim hayali’ ise son günlerinde bile ne dilinden düştü, ne aklından çıktı.

“Ben hayattaki safımı iyi seçtiğime inanıyorum. Komünist oldum. Bu yaşa kadar hep insanların iyiliği için, düşmanlıkları gidermek için çalış-tık. Halklarımızın bir daha benzer acılar yaşa-maması için, aralarındaki gereksiz perdelerin kaldırılmasına uğraştık. Emeklerimin boşa gitmediğini düşünüyorum. Halklarımızın çektiği acıların tekrarlanmaması, gelecek hiçbir neslin benzer yıkımlar, kıyımlar yaşamaması en büyük dileğim."

Ve söz Sarkis amcada:

"Varlık Vergisi, Aşkale Sürgünü, 6-7 Eylül... Ne pislikler gördük (...) 1955'te 'Ben Atatürk'ün çırağıyım' diyen Celal Bayar yaptı 6-7 Eylül'ü. 'Atatürk'ün Selanik'teki evi bombalandı' dendi. Her yer karıştı. O zaman Yedikule'ye yeni taşınmıştım, Ermeni olduğumu bilmiyorlardı. Eve gittim, bir Türk bayrağı astım. Anneme de Müslüman kadınlar gibi beyaz başörtüsü bağlattım. Kapının önüne oturdum anneme de bir kahve yaptırdım, içiyorum... Kıyamet kopuyor, evler yağmalanıyor. Herkes koltuğunun altında 'ganimetlerle' koşuşturuyor. Saat 1'e kadar devam etti böyle. Bu sırada yanıma gelen bir yüzbaşı, 'Delikanlı tebrik ederim. Kahvenin tadını çıkaracak günü ve saati iyi seçmişsin, her Türk sizin gibi olmalı' dedi. Onlar gittikten sonra girdim içeriye, ev başıma yıkılıyor sanki...

"İki halkın birbirlerine düşman olması baştakilerin marifeti. Komünist oldum, iki halkın yararına olduğunu düşündüğüm şeyleri yaptım. Halklarımızın benzer acılar yaşamaması için uğraştık. Emeklerin boşa gitmediğini düşünüyorum."

Bu memlekette doğduk. Bu memleketin insanıyız. Ermenistan'a gittim, burası burnumda tüttü.

Ailem 1900'ün başlarında Kayseri Talas'tan Karaman'a yerleşmiş ve yaşamaya başlamış. Karaman'da ticaret yapıyorlarmış. Bir gün Karaman'a bir adam gelmiş ve kiliseye herkesi toplamış. "Herkes malının, canının güvenliği için bazı tedbirler alsın. Ne yapabilirse onu yapsın, " diye birtakım önerilerde bulunmuş. Amcam o zaman çok ağır bir adam. Gelip konuşma yapan adamı, "Bu namussuz memlekette fesat çıkarıyor, " diye kovmuş. 1909'da amcam Adana'da öldürülmüş. Babam 1915'te sürgüne gönderilmiş. Arabistan'a...

Yani babam her şeyini kaybetmiş bir adamdı. Bir gün otururken bana dedi ki, "Biliyor musun Karaman'da kiliseye toplayarak bizi uyaran adam var ya, o akıllıymış, biz eşekmişiz."

"Neden baba?" dedim.

"Ben isteseydim Karaman'da 500 tane Ermeni gencinin altına 500 tane at verirdim. 500'üne de 500 tane silah verseydim. Keşke öyle yapsaydık. Böyle onursuz öleceğimize şerefimizle ölürdük..." Yani babamlar, sürgünü yaşayacaklarını düşünmemişler bile. Öldüğü günlerde iki paket köylü tütünü alacak parası yoktu. O ki bir zamanlar 57 bin sarı liranın sahibiydi. Bu bankerlik belgeleri halen elimde.

Ben okuyamadım. Tahsili yarıda bıraktım. İstanbul'a geldim, çalıştım, marangoz oldum. Ereğli'ye gittim. Biraz şiir yazdım, biraz resim yaptım. Ama bunlarla geçinilmiyordu. Babamın ise bir işi yoktu. Akrabaların yanına gidiyordum. Marangozluğu öğrendim. Öğrendim derken, işte akşam cebime iki paket tütün alıp eve giderdim. "Aferin oğlum. Benim de hiç tütünüm kalmamıştı" derdi. Halbuki alacak parası yoktu. Bunlar ailemizde hep yaşanmış şeyler. Ne yapmıştı bu adam? Suçu neydi? Kimse buna cevap veremez...

Ben bu nedenle hiçbir zaman Türk halkını suçlamıyorum. Yani genelleme yapamıyorum, ama iktidarlardan soracak çok şey var. O İttihatçılardan, o Sultan Hamit'ten... Onlar katliamların sorumlusu. Sultan Hamit yöresel katliamların mucidi. Ama İttihatçılar onun yarım bıraktığı işi tamamlamış. Üstelik de Ermeniler, Hareket Ordusu'nu coşkuyla karşılamıştı. Yeşilköy'e gidip de çiçeklerle karşılayan bir halktı. İşte Adana katliamı tam o günlere rastlar. Bu bir intikamdır. Gerici bir harekettir ve 27-28 bin kişi öldürülmüştür.

Annem Tokat'lıydı. 1910 veya 1911'de İstanbul'da Gedikpaşa Ermeni Okulu'nda öğretmenlik yapmış biriydi. Babalarını kaybedince üç kız, bir erkek kardeş geçim derdine düşmüştü. Annem Tokat Katliamı'nın şahidiydi. Tarih 1895 olsa gerek. O olayları bize şöyle anlatırdı:

"Tokat'taydık. Vur emri geldi. Babam ve amcam terziydi. Amcam sakattı ve dükkânına eşekle gidip gelirdi. Katliam başladığı zaman babam amcamı kaptı geldi, ama amcamı kapının eşiğinde kestiler... Biz kundaktaki kardeşim Aram'ı bahçe duvarlarına merdiven dayayarak kaçırdık. Kendi canımızı da böyle kurtardık. Üç kız kardeş, annem ve babamla Fransız okuluna sığınarak kurtulduk. Dört saat sürdü. Dur emri gelince padişahtan, biz okulun penceresinden beygir arabalarıyla parçalanmış insan cesetlerinin taşındığını gördük."

İstanbul'da yaşarken baktım ki yaşıtlarım, arkadaşlarım evlenmiş çocuklarını gezdiriyor. Bizim seneler geçmiş. Bir gariplik çöktü bana. Bir yılbaşı meyhanede içtim, kafayı buldum. Kumkapı'daki sokaklarda gezdim ve okula geldim. Duvarın üzerindeki demire başımı dayadım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Kimse de yok, rahatladım. Hiç unutmam. Samatya'da bir Yozgatlı'nın evine kapı takmaya gittim. Rahmetli eşim de o evde, küçük kardeşi kucağında. Birdenbire bir yakınlık duydum. Onlar da fakir bir aileydi. Oradan geçerken selamdı, bakmaydı derken nasipmiş 1952-53'te evlendik. Ben hayatta okuma yazma bilmeyen biriyle evlenebileceğimi düşünmezdim. Ama onun dışında öyle meziyetleri vardı ki o eksikliği bir şey değildi. İnsan iyisiydi. Adı Ağavni idi. 1969'da Güneydoğu'dan Ermeniler geldi. Sason civarından. Öyle bir yardım etti ki bizim hanım, hâlâ onlardan gelenler olur. Kumkapı'da oturuyordum. Evlendik. Kırk sekiz sene beraber kaldık. Sonradan ayrıldık birbirimizden. Kaybettim onu. Cenazesinde kimler yoktu ki patrik bile maiyetiyle birlikte indi ve konuşma yaptı. Patriğin sıradan bir cenazeye katılması görülmüş şey değil. Dedi ki: "Bu kadına Avrupa' dan Amerika'ya kadar herkesin borcu var." Aynen bu ifadeleri kullandı. O doğal bir komünistti. Kendinin komünist olduğunu bilmezdi ama yaşantısıyla, uygulamasıyla eşitliğe olan düşkünlüğüyle doğal bir komünistti o.

İki oğlum var, ikisi de üniversite tahsili yaptılar. Oğlumun birinden iki torunum var.

Babamın ölüm günü ben askerdim. Güllübağ denilen tren yolunda bir yerde çadırda yatıyordum. Rüyamda babam geldi yanıma. Siyahlar giymiş. "Oo, baba gel şöyle otur, " dedim. Babam bana cevap vermedi, hiç konuşmadı. Meğerse babam o gün ölmüş. Annemin mektubu kesildi. Halbuki dağın başına gitsem bile mektubu gelirdi. Bana mektup yazabilmek için bu eski yazıyı öğrendi annem. Eski yazıyla gönderdiği bazı mektupları hâlâ duruyor. İçime de doğuyordu. Mektupta soruyordum "Babam nerede?" diye. Annem cevabında "Köyden hasta geldi. Baban onunla oturuyor. Mektup yazamıyor ama imzasını atıyor, " diye yazmış. Annem babamın imzasını bir taklit etmiş, aynısı. Ben buna da inanmadım. Zaten birliğe de babamın ölüm haberi gelmiş ama arkadaşlar bana söylemiyorlar. Ben "Kaçacağım, eve gideceğim. Babamı merak ediyorum, " diye söyleniyorum. Bir gün Fırat Nehri'nin kenarındayız. Bölük komutanı çalıların içinden çıktı. Selamlaştık. Beni çağırdı yanına ve konuşmaya başladı: "Hayatta acılı günler de var, tatlı günler de..." Böyle daha önce hiç söylemediği laflar ediyor. "Kaçacağım, demişsin. Seni severim ama görevimi de severim. Kaçarsan seni mahkemeye veririm, askerliğin yanar, " dedi. Sonra da kaçmamam için "Bizim bölük Balıkesir'e gidecek. Seni giderken Kayseri'de bırakırım. Bir hafta kalırsın. Sonra da bize yetişirsin, " çözümünü önerdi. Bir süre sonra bölüğümüz yola çıktı ve Kayseri'de mola verdi. Ben komutanın yanına çıktım ve verdiği sözü hatırlattım. İzni koparttım. Sabahleyin Ulukışla'dan Ereğli'ye gittim. Bir kalaycı Kirkor vardı. Karşılaştık. O istasyona gidiyor ben şehre... Ama babamın durumunu soramadım. "Eğer babam öldüyse bu adam dönüp bana hüzünlü hüzünlü bakar, " dedim. Yürürken geri döndüm, Kirkor dönüp bana baktı. Anladım. Eve girdim, babamın bir arkadaşı tenekeci Artin, bir danayı ağaca bağlamaya çalışıyor. Anam siyahlar giyinmiş. Koşup geldi. Sarıldık. İçeri girerken kapının önünde babamın ayakkabılarını gördüm. Babamı sordum, akrabalardan birinin hasta olduğunu ve babamın onu İstanbul'a götürdüğünü söyledi. Şaşırdı ne diyeceğini, yalan söylemeye çalıştı. Ben de "Yalınayak mı gönderdiniz? Babamın ayakkabıları burada, " deyince annemin gözyaşları boşandı.

Askerden dönüp geldim. Marangozluğa başladım. Bizim Ereğli'nin İvriz Köyü'nde köy enstitüsü açılmıştı. Ben de oraya masalar yaptım, dolayısıyla da enstitüye gidip gelirdim. O hareketi yerinde izledim. Genç köylü çocukları, saçları kısa kesilmiş köylü kızları, ayaklarında kalın postallar, erkek arkadaşlarıyla şehre yürüyerek gidip gelirlerdi. Binalarını kendileri yapıyorlardı. Mandolin çalıyorlardı. Köyle, halkla ilişki kurabiliyorlardı. Ama iktidarların bu hoşuna gitmedi. Önce bazı dedikodular çıkarıldı. Sonra da kapatıldı. Onları kapattılar ki imam hatipleri açsınlar. Bunu aydınlar da görmüyor. O güzelim hareketi boğdular. Yeniden bu yönde adım atılması lazım. "Türk çocuğu Müslüman olursa komünizme karşı olur, " dediler. Şimdi de şeriatçılarla uğraşıyorlar. Türkeş, "Benim militanlarım güvenlik güçlerinin yardımcıları, " diyordu. Şimdi hepsi çete oldular.

7 Eylül'de büyük oğlum kundaktaydı. Yedikule'de oturuyordum. Yeni taşınmıştım, bir Ermeni aileden yeri kiralamıştım. Gençağa Caddesi üzerinde otururduk biz. Kumkapı'da dükkânım vardı. Bütün vilayetlerde mitingler yapıldı. Nutuklar atıldı. Radyolar bangır bangır bağırdı. "Palikarya geliyoruz, " filan diye bir kamuoyu oluştu. Karaköy'de Tünel'in karşı sırasında birbirine yakın iki dükkân yapıyordum. Akşam gazeteleri "Atatürk'ün evine bomba atıldı, " diye yazdı. Zaten kamuoyu oluşmuştu. Ben Kumkapı'ya dükkânıma geldim. Köşede dükkânın üzerinde Demokrat Parti vardı. Tevfik Bey, meydanda halkı tahrik ediyordu. Hızla eve gittim. Köşe başında bir hareket de başlamıştı. Eve girdim. Annem "Ne o yahu, bunlar yine kudurdu, " dedi. Ben "Aman sus, " dedim. Hemen bir bayrak uydurduk astık. Anneme de "Sen de Müslüman karısı gibi örtün, " dedim. Karıyı da "Sen çocuğu al, yukarı çık, gözükme, " diyerek üst kata gönderdim.

Yeni taşınmış olduğum için mahalleli beni tanımıyor. Tek güvencem o. Bayrağı asınca çıkıp sokak kapısına oturdum. Yanıma da ufak bir kamam vardı onu aldım. Karıya kıza da saldırmaya başlamışlardı. Öyle bir şey olursa kapıyı kapatıp içeride işlerini bitireceğim, niyetim o. Kırıp dökmeye başladılar. Üç kişi benim evin önüne geldiler. Konuşurken sarkık bıyıklı biri bizim evi gösteriyor. Anladım, o semtin adamı. Hıristiyan evlerini gösteriyor. Hemen gittim, adamın omzuna elimi koydum. "Ne oluyor?" dedi. "Üçünüzün arasındaki konu, bu evdir. Bu evin sahibi Ermeni'dir. Şimdi yazlıktadır. Ama size hatırlatayım ki bu evde şimdi ben oturuyorum, " dedim. Bana "Sen kimsin?" diye soramadılar. Gittiler.

Bir süre sonra bir genç geldi. Eve bakıyor filan. "Ne bakıyorsun?" diye sertçe çıkıştım. "Burası gâvur evi, " dedi. Onu da "Hadi lan oradan, aşağıda ben oturuyorum, " diye küfrederek kovaladım.

Kırdılar, döktüler. Karşı evden bazı Rum kadınlar sokağa kaçtılar. Başka evlere girdiler. Bir grup amele, kendi yaptıkları binayı söktü. Akşam oldu, gece oldu, saat 1'de Yedikule'ye giderken yol üzerindeki kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim eve geliyor. Sinirler gergin. Sakin olmak durumundasın. Bir de baktık ki askeriye köşe başından düdük sesleriyle müdahale etti. Yağmacıları başıma toplamıştım. Annem kahve pişirmişti. Kahve içiyorduk. Bizim ev iyice girilmez olmuştu. Yağmacıların kiminin koltuğunun altında makine kafası, kiminin halılar, kiminde de bilmem ne; düdüğü duyunca oraya buraya kaçışmaya başladılar. Biri de bizim eve girmeye kalktı. "Çık ulan!" diye attım bunu dışarı. O da şaşırdı. O ana kadar kahve yapmışım, su vermişim, şimdi evime sokmuyorum. Bir yüzbaşı geldi üç askerle. Elimde kahve fincanı vardı. "Delikanlı sizi tebrik ederim, " dedi, "tam kahvenin tadını çıkaracak zamanı bulmuşsun. Her Türk sizin gibi olmalı... Ama artık askeriye müdahale etti, lütfen kahvenizi içeride için."

Ben eve girdim ama bütün bina başıma yıkılıyor. Hem öfkeliyim, hem üzüntülüyüm, hem de sakin olmak zorundayım. O gün şöyle düşündüm: "Dünyada başka yerler var ki oralarda çocuklar başlarını yastıklarına koymuşlar, hiçbir tehlike duygusuna kapılmadan huzur içinde uyuyorlar. Öyle bir ülkenin hasretini çekiyorum ben. Ben bu ülkede olmanın acısını çektim."

Bu benim babamdan dinlediğim bir hikâyedir. Sanki bugünleri düşünerek anlatmış gibi. Üç arkadaş var. Bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. Biri Türk, biri Kürt, diğeri de Ermeni. Ama Ermeni olan aynı zamanda papaz. Sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. Etrafta su yok. Bağların olgun zamanı. "İki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın, " diye bir bağa giriyorlar. Bağın sahibi bir Türk ama onu görememişler. "Kaç paraysa veririz, " diyerek yemeye başlamışlar. Bu sırada bağın sahibi gelmiş. Bakmış üç kişi üzümünü yiyorlar. Fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. Birine bakmış, kıyafetinden Ermeni ve papaz olduğu belli. Diğerine bakmış, konuşmasından Kürt olduğunu anlamış. Üçüncüsü de Türk. Dönmüş Ermeni'ye, "Bak bu adam Türk, yesin malımı. Benim kanımdandır. Helali hoş olsun. Bu da Kürt'tür ama din kardeşimdir. Sen niye yiyorsun benim üzümümü?" demiş. Bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen Türk ve Kürt'ün hoşuna gitmiş. Adam, papazı bir güzel dövmüş. Kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış. Bağ sahibi biraz sonra Kürt'e dönmüş. "Müslümansın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. Bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o Türk'ür. Kardeşimdir, " diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. Bu durum Türk'ün hoşuna gitmiş. Biraz sonra Türk'e dönmüş ve "Tamam anladık Türksün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?" diyerek Türk'e de vurmaya başlamış. Türk yumrukla yere yuvarlanınca Kürt'e dönmüş ve "Biz, " demiş "papazı dövdürmeyecektik."

Ereğli'deki Deli Mustafa, tehcirde Ermenileri kurtaran kişidir. Gökbudak ailesinin lideriydi. İyi insanlar. Biz Ereğli'ye geldikten sonra onlarla aynı avluda beraber oturduk. Sürgüne gidileceği yıllarda Deli Mustafa Karaman'a gitmiş. Eşraf, ağayı misafir etmiş. Konuşurlarken eşraf, Deli Mustafa'ya "Biz Ermenileri çıkaracağız buradan. Siz ne yapacaksınız?" diye sormuş. Deli Mustafa, "Sizin asaletinize o yakışır. Biz çıkarmayacağız, " demiş. Ereğli'ye gelince ailesi de Ermenilerin sürülmesi işini söylemiş. Deli Mustafa, "Biz öyle bir şey yapmayacağız, " demiş. Deli Mustafa sonra şu benzetmeyi yaparak sormuş:

"Bir pilav pişirmek için su yerine tereyağı koysam ama tuz koymasam o pilav yenir mi?"

"Hayır, yenmez, " diye cevap vermişler.

"Ulan Türk bulgur olsa, pilav pişirsek, tuz yerine Ermeni'yi koymazsak o pilav yenmez. Onlar bu memleketin hem tadı hem tuzu. Gâvursuz memleket mi olurmuş?"

Ereğli Ermeni'sinin büyük çoğunluğu muhacirliğe gitmemişti. Malları mülkleri kaybolmamıştı. Çoğu sattı, buraya geldiler. Bir ara İstanbul'da 150 hane Ereğli Ermeni'si vardı.(Alıntı)

.

 
Toplam blog
: 221
: 1905
Kayıt tarihi
: 27.09.06
 
 

Evli bir kız çocuğu babasıyım. Yüksekokul mezunuyum. Bir kamu kurumunda çalışıyorum.16.03.2017 ta..