Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Nisan '11

 
Kategori
Sinema
 

Eat, Pray, Love

Eat, Pray, Love
 

Belki guzel filmdi ama kotu zamana mi denk geldi, nedir?..


Günlerdir Pasifik’teki balığın nefesine karışan tonlarca radyasyon, Orta Doğu’nun bir fütursuz tiranların bir onlara karşı koyanların eline geçen şehirlerde itinayla yok edilen geleceği, kitap olup basılamadan mahkum edilen fikirler, taş kalpli canilerin ellerinde can veren minik yürekler derken ‘IMDATTT’ diye bağırasım geldi geçen akşam. Bugüne kadar dayanmış olmam da bir çeşit mucize ya, neyse. Bu yaşta deli danalar gibi bağırır da kazara birisinin duyması karşısında deli yerine konulurum diye korktuğumdan şöyle hafif bir film seyredeyim istedim. O da boşa geçen zamanı çınlatan bir çığlık yerine geçer nasılsa dedim. Kötü filmler bazen iyi gelir insana. Şöyle oturup hiçbir şey düşünmeden, gördüklerime kaygılanıp oturduğumdan daha dertli kalmadan seyredeceğim, beni buralardan alıp neresi olursa olsun, ama başka bir diyara götürecek filmler her zaman değilse de, bazen iyi gelir bana. Filmi seyretmek iyi geldiği gibi, onu arama süreci de iyi gelir. İlgimi çeken başka şeyler bulur, eğer o andaki kafama uymuyorsa sonradan geri dönüp izlemek, okumak, ya da satın almak üzere internetin ‘favoriler’ sandığında saklarım. Işık hızıyla değişen gündem ve onun sayesinde dolma dolaşık olan kafalar var oldukça onlara da elbet bir gün sıra gelecektir, bilirim. İş ki varlıkları ve nereye saklanmış oldukları bir başka kafa karışıklığında unutulup gitmesin. Julia Roberts’ı pek sevmem. 

Bir ‘Erin Brockovich’ ve bir de ‘Steel Magnolias’ vardır onu bana hatırlatan. Onlar da oyuncunun becerisinden çok başarılı bir casting ürünü olduklarından. Yani, doğru zaman, doğru resim ve doğru yönetmen alaşımının yüzeye çıkarıp altın gibi gösterdiği, parlak, ama değersiz bir metal gibidir gözümde Julia Roberts. Bu nedenle uzun süre direndim ‘Eat, Pray, Love’ı seyretmek için. Ve geçen akşam, onun da zamanının gelmiş olduğunu hissettim. Zevkle izlenen, ama sonunda bağıralamamış çığlıkları attırmak yerine susturma, ya da geciktirme görevi üstlenmiş, tortusuz ve artıksız bir film. Yendikten sonra tadı hatırlanmayan yemekler, okuduktan sonra yazarı hatırlanmayan kitaplar gibi. Filmin bana göre en önemli sahnesinde Julia Roberts içindeki sıkıntının sebebini anlatmaya çalışırken, iştahını kaybettiğinden bahsediyordu. Yediği yemeklerden eski tadı alamadığından. O yüzden kendini bodoslama içine attığı değişim girdabında ilk olarak Roma’da durup soluklanıyor. Bu, filmin ‘Eat’ (yemek) edilen kısmı. Orada damağına zevk aldırıyor. Sonrasında ruhunu doyurmak için Hindistan’a gidiyor. Bu da ‘Pray (Dua)’ edilen kısmı filmin. Burasını ve Hindistan’ın bu film içinde ne yaptığını, hele hele, güzelim İtalya’dan sonra ne gibi bir misyon üstlenmiş olduğunu hiç anlamadım. Bir insan topukları poposuna vura vura kaçtığı eski sevgilinin dini tercihini anlamak için niye ta Hindistan’a gider. Bu yetmezmiş gibi saç saça baş başa gelerek, zar zor boşandığı kocasıyla evlilik günlerini neden eski sevgilinin hocası bir Hint’linin tapınağında iç geçirerek hatırlar. Bir insan, kendini bulma yolunda hızla ilerlerken niye tarih olmuş hataların içinden geçmek zorunda hisseder. Neyse, filmin bu kısmında bol bol meditasyon yapılıp Amerika’lı bilgin kadının sihirli değneği değdirilmek suretiyle zavallı bir Hint’li kızın ‘hayatı kurtarıl’dıktan sonra Bali’ye geçilir. Hindistan’daki ruh da damağın Roma’da aldığı tadı almış mıdır emin olamayız hiç, ama mekan Hindistan olduğu ve lotus pozisyonunda yeterince uzun süre kalınabildiği cihetle öyle olduğunu varsayarız. Ne de olsa Julia Roberts’lı bir Hollywood filmi, kadı kızından hallicedir ve o kadarcık kusur görmezden gelinmelidir. Bali’de filmin ‘Love (Aşk)’ etmek ve ‘happly ever after’ şeklinde havlet olmak zamanı gelmiştir. 

Büyülü güzelle olacak olduktan sonra ömür boyu kurbağa kalmaya dünden razı yakışıklı prens ortamda ne kadar zincir/direnç/güvensizlik/umutsuzluk varsa kırar, yok eder ve prensesin kimseleri beğenip veremediği kalbini söke söke almayı/kazanmayı başarır. Bu arada, evini barkını kapatıp onca sene bulamadığının peşinde devr-i alem yapmaya çıkan cesur ve güzel boş (pardon baş demek istemiştim…) rol oyuncumuzun başına ne bir hırsızlık, ne bir haksızlık ve ne de bir taciz gelir gittiği yerlerde. Ne olsa bu tür şeyler ancak sıradan insanların başına gelmektedir, Hollywood yıldızlarının değil. Biliyorum, bu tür filmlerin amacı da sıradan insanlara neler olduğunu göstermek değil, o şeylerin varlığını bir buçuk saatliğine unutturmaktır. Ama burnumuzun dibinde aklımızı ve hayalimizi zorlayan onca gerçek dram yaşanırken, bir buçuk saatliğine olsun unutabilmek mümkün müdür, asıl soru budur. 

Sonuç olarak, içimdeki kocaman IMDAT’la tekrar nasıl kazanacağımı bilemediğim kaybedilmiş bir buçuk saatimin arkasından bakakaldım film bittiğinde… Aslında filmin de günahını almayayım. Belki güzel filmdi de kötü zamana denk geldi, kim bilir?.. Bir ‘güzel’ zamanda yeniden seyretmeli en iyisi. O ‘güzel’ zaman bir gün gelirse tabii… Sevgiyle,  

 
Toplam blog
: 18
: 545
Kayıt tarihi
: 24.12.08
 
 

Göze uzak, gönüle yakın olmaktır dileğim. Keyifli okumalar dilerim. ..