Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Edebiyat ve roman üzerine - 1

Edebiyat ve roman üzerine - 1
 

Sayın Kemal Siyahhan okur sizi önce çeşitli mizah dergilerinde çizdiğiniz karikatürler ve resimli öykülerinizden tanıdı. Sonra romana geçiş yaptınız ve ard arda üç romanınız yayınlandı. Romanlarınıza geçmeden önce sizi yakından tanımak istiyoruz. Kimdir Kemal Siyahhan? Nerelidir? Nerede yaşıyor? Neler yapıyor?

Öncelikle Siverek’te doğmuş olsa da biraz batılı biraz doğulu biraz da dünyalı diyebilirim. Zaman zaman Siverek’e gitsem de İstanbul’da yaşıyorum. Tekstille (perde sektörü) uğraşıyorum. Hayattan sıkıldığım, kısacası tam delireceğimi hissettiğim zamanlar yazı yazıyor, resimli roman ve karikatür çizerek rahatlıyorum.

Çok güzel tablolar, kitap kapakları çizdiğinizi de biliyorum. Neden mizah, neden karikatür? Bu çizim merakı nereden geliyor?

İnsanoğlu hep başka dünyaları keşfetmek ister, başka şehirleri, başka bilinmeyenleri. Renk ve ses, insan ruhunun kendini bulduğu önemli iki unsurdur. Her ne kadar iyi seslilerin yöresinden gelmişim diye bilinsem de o bölgenin ses özürlüsüyüm, geriye kendimi bulacağım ikinci seçenek kalıyor, renkler. Benim için hayatın ta kendisi ışık ve ardından gelen renkler desem, abartmış olmam; çünkü kör doğmamışsanız bir an kendinizi görmüyor olarak kabul edin, o zaman renkleri çok daha fazla sevip önemsersiniz. Bakın kendini çok kötü hisseden bir insana psikologların önerilerinden biri de, ‘resim yap hayatın renklensin’ oluyor. Renkleri ne zaman keşfettiğime gelelim. Lise yılları, hayatın şekillendiği hobilerin oluştuğu önemli dönemlerdir. Çizim merakı o yıllarda oluştu, aynı duygularla çizen birkaç arkadaşım daha vardı, boyuna kâğıda, kaleme ve fırçaya sarılıyorduk. Aradan geçen otuz yıl boyunca yayınlanır yayınlanmaz kaygıları gütmeden sadece kendimi bulmak adına renklerle uğraşıp durdum. Karikatür abartı ve iğneleme sanatıdır, hatta hayatın bilinen gerçeğine muhalif bir yanı da var, şayet siz başka pencereden bakmayı seviyorsanız çizebilirsiniz. Yalnız iyi çizmekle karikatörist olunmuyor, muhakkak hayata şüpheci bakan bir yanınız, en zalim görüntüden ve çıkmazdan başka bir delilik çıkarma yeteneğiniz olmalı. Kısacası biraz çizebilmeli ve aykırı olmalısınız. Gelelim bana zihnim grileştiği an masanın başında renklere sarılıyorum, boyalar ruhuma hayat katıyor. Bilgisayarın yazıcısının boyaları bitince nasıl iş göremez hale geliyorsa ve onları yeniden doldurmak gerekiyorsa benimkisi de aynen öyle. Çini mürekkebim, tarama ucum, silgim, boyalarım, yangında ilk kurtarılacak eşyalar sınıfına girer; çünkü hayatım onlarla anlam kazanıyor.

Sizi mizah dergileriyle buluşturan neydi? Biraz bu serüvenden bahseder misiniz?

Arkadaşlarınız bir yerlerde çiziyorlarsa bir gün muhakkak dergilerde yolunuz kesişiyor. İlk Ses dergisinin içinde çıkan Atmaca mizah ekinde çizdim, ardından “Deli” diye bir mizah dergisi çıkmıştı. Hulki Aktunç, Kemal Kenan Ergen, Can Barslan, Kemal Gökhan Gürses, Gani Müjde ve daha birçok çizer arkadaşın olduğu bu dergide uzun süre çizdim. Ardından Türkiye’de bayağı ses getiren, Met Üst’ün yönettiği ve Leman Dergisinin çıkardığı Öküz dergisinin arka kapağını uzun süre çizdim, sonraları Hayvan dergisi, Esmer ve Multi Kulti dergileri takip etti. Çizmeyi çok önemsiyorum, çizilen işin bir yerlerde yayınlanması tabi ki güzel; ama sırf yayınlansın diye çizmek genel anlamıyla işin sevdasını öldürebiliyor; çünkü yayınlama imkanı bulamadığın zaman yaptığın işin önemi kalmıyormuş intibası kötü bir durum. Kısacası yayınlanır yayınlanmaz kaygıları gütmeden üretmek insanın ruhunu besliyor, bunu da çok önemsiyorum. Halen çizmek yazmaktan daha önemli gibi geliyor; çünkü yazıyla insanın düşünce dünyasına girerken resimli roman veya çizgiyle görsel bir şöleni okuyucuya sunabiliyorsunuz. Özellikle resimli roman kağıt üzerinde sinema yapmak gibi bir şey. Kurgu, mekan, kahramanlar her şey fırçanızdan veya kaleminizden çıkan boyalarla şekilleniyor.

Gelelim romanlarınıza... İlk romanınız Kenger'de genç bir iş adamının iç dünyasına, ruhuna inen psikolojik bir yolculuğa çıkardınız okuru. Orada geçmişinize ya da yaşamınıza ne kadar dokundunuz?

Resimli roman çalışmalarından sonra ille roman yazayım diye yola çıkmadım; ama bir metin yazdım adı roman oldu. Kenger, yazın olarak benim ilk romanım. Ufak tefek eleştiriler almış olsa da çok beğenildi, M. Ali Birand, bu romanın kendisine tavsiye edildiğini laf olsun diye bir kaç sayfa çevirdiğini ve bir çırpıda okuduğunu köşesinde yazmıştı. Evet, kenger bir çırpıda okunacak bir roman oldu. Yaşantımla kesişen yönleri olsa da kenger romanı tamamıyla bir kurgu. Doğru bilinen yanlışları, kirli bilinçaltını, romanın kahramanıyla psikolog arkadaşının sorguladığı bir roman. Korkuları, sevgisizliği, endişeleri derinden inceler. Sorunların ana mecrası olan dokunulmazları iğneler, bu anlamda Kenger romanını okuyanlar buruk bir şekilde tebessüm ederler; çünkü herkesin korkularının bir yanını resmeder.

Gerek Kenger'de, gerekse Yalnız Mor ve Roza'nın Gözleri'nde benzer anlatım tekniğini kullandınız. “Ben” dilini kullanmak romanda zorlukları da beraberinde getirmez mi? Çünkü başkarakterin dışındaki gelişmeleri kolaylıkla veremezsiniz. Romanın dünyası asil karakterin çevresinde biçimlenir. Bu tekniği bilinçli mi kullandınız?

Riskli olsa da bu şekilde, nesnel yerine öznel yazmaktan hoşlanıyorum, üstelik böyle yazılmış metinleri okumayı da seviyorum; çünkü büyük şehirlerde hayat o kadar yoğun yaşanıyor ki insanlar kitap okumak için çok özel zaman dilimlerine ihtiyaç duyuyorlar. Bunca internet siteleri, cep telefonları, bilgisayar oyunları, dvd filmleri varken Ali’nin, Veli’nin, geçmiş hayatına dair kurgular veya yaşanmışların anlatıldığı metinler, nesnel (gitti-geldi) anlatımla çok da ilgilerini çekmiyor insanların. O nedenle öznel ‘ben’ ve şimdiki zamanı kullanarak (gidiyorum-geliyorum) yazılmış metinler hem daha çok ilgi çekiyor, hem de okuyucu tarafından sinema gibi an be an yaşanıyor. Son yazdığım romanı okuyanlardan gözlemlediğim kadarıyla iki günde bitirdim diyenlerin sayısı çok fazla, bu da hoşlandığım bir yanıt. Gelelim risklerine, öznel anlatımın en büyük riski romanın kahramanını siz olarak görmek istiyor okuyucu; çünkü vurgusu çok güçlü.

Yalnız Mor isimli romanınızda sınava hazırlanan genç bir kızın dünyasından yola çıkarak, büyük şehirlerdeki komşuluk ilişkilerini başarılı bir şekilde verdiniz. Bir kızın dünyasını anlamak ve bunu aktarmak güç olmadı mı?

Hem de nasıl, İstanbul’da yaşıyorsanız ve işiniz her noktaya ulaşıyorsa, farklı insanların dünyasına girip onların yaşayışlarını gözlemleyebiliyorsunuz. İstanbul’da mesleğim gereği girmediğimiz apartman kalmadı ve bu apartmanlarda yaşayanların her birinin farklı şehirlerden gelip yerleşen insanlar olduğunu düşünürseniz elinize ne kadar malzemenin geçebileceğini bir düşünün, böyle olunca da bir an kolay gibi gelebilir; ama bu apartmanlarda yaşananların içsel dünyalarına girmek isterseniz yazanın işinin o kadar da kolay olmadığını görürsünüz. Bu romanı yazarken ne kadar zorlandığımı bilemezsiniz; çünkü olayları an an yaşayarak yazdım. Çocuk esirgemede ailesi olmayan çocukların ruh halini tüm bedenimde duyarken, klavyenin tuşlarına nasıl dokunduğumun farkında bile değildim. Herşey gözleme dayanıyor, siz duygusal zekanızı harekete geçirmişseniz işiniz çok kolay; çünkü aldığınız her görüntüyü özümseyerek stokluyorsunuz. İçimdeki dede, kız, nine, asker, anne, baba, daha birçok farklı tiplemelere dair birikmişler gözlemlerim sayesinde stoklu duruyor. Bu arada yazdığım “Yalnız Mor’ adlı romanı bir daha okuyabilir miyim bilmiyorum.

Roza'nın Gözleri'nde eski sevgiliye duyulan özlem, arayış ve Güneydoğuya yapılan egzotik bir yolculuk var. Dinlerin ve dillerin coğrafyasında sevgilinin izi... Kardeş halkları; Türkleri, Kürtleri, Süryanileri insanlık boyutuyla, her türlü çıkar ilişkisinden uzak vermesi bakımından bu romanınızı önemsiyorum. Roza'nın Gözleri'ni size yazdıran özel bir duygu yoğunlaşması mı vardı?

Var tabi ki, hem de çok. Mardin, bir başına yetmez mi? Belgesel tadında verilen bölümlerde çeşitli sorunlar dile getiriliyor. Yaşanılan bütün sorunlara insani bakıldığında, çözüm çok daha kolay gibi geliyor. Biraz da sorunları önyargısız çözme konusunda duyarlılık göstermek lazım diye düşünüyorum. Nasıl olacak diye bir soru da soruyorum kendime, tabi yine cevabını kendim veriyorum. Hep aynı noktaya çıkıyor yollar, korku noktasına. Ülkenin en büyük sorunu korku. İnsanoğlu ne çekiyorsa korku unsurundan çekiyor. Zaten korktuğu an çözümden de uzaklaşıyor insan, karar veremiyor, iş çıkaramıyor; çünkü sonunda hata yaparım korkusu var, şu an ülkede hata yaparım korkusuyla yapılması gereken işler kaplumbağa hızıyla yapılıyor. Kısacası ne çekiyorsak korkudan çekiyoruz. Yeniden romanın konusuna gelelim. Hayat kısa, bu süre içerisinde yaşanan çok daha kısa ve önemli dönemler vardır. Bu dönemler hayatın sonrasına ışık tutar. Lise ve askerlik yılları genel yaşam içerisinde kısa dönemler olsa da bütün bir yaşam boyunca anlatılır. İşte lise sonrasında yaşanamamış bir aşkın emeklilik anında depreşebileceğini anlatır bu roman, tabi yazarken kolay olmadı, kurgulanması, nerelerde geçeceği konusunda uzun araştırmalarım oldu. İnsanlar geçmişte yaşayamadıklarını gelecekte çocukları yaşarken inceden burukluk duyarlar, bu garip bir durum gibi görünse de yaşanır. Okuyucu, bu romanı okurken farklı duygulara kapılacak, dinlerde kadının yeri ve aşkın penceresinden yanlışların ve doğruların nasıl şekillendiğini de sorgulayacak.

Romanda dil ne ifade ediyor sizin için? Dili yeniden yaratmak gibi bir kaygınız var mı?

Anlaşılır olmak benim olmazsa olmazım. Bu nedenle asla yazdığım metni kasmıyorum; çünkü meramını anlatamayan yazarın muhakkak kendini sorgulaması lazım diye düşünüyorum. Uzun cümleler okuyucuyu sıkıyor. Bazı yazarlar sayfa çoğalsın diye uzattıkça uzatıyor konuyu, o zaman kanımca okuyana işkence ediliyor. Bu nedenle romanlarımın ne kadar sürede okuduğunu sorguluyorum. Bir diğer konu daha var tabi, öyle romanlar var ki konuşma dilinde kullanılmayan ne kadar kelime varsa, sırf farklılık oluşturmak adına metne konuyor ve resmen okuyucuya işkence ediliyor. Hangi dilde yazılmışsa metin, o dile sadık kalınmalı diye sabit bir düşüncem var. Çok az olmak kaydıyla lehçeler romana girebilir. Roman sanatının, evrensel tatlar içermesi gerektiğini düşünürsek kaygılar tüm dünyada anlaşılır olmak adına olmalı. Başka dillere çevrilebileceği de akıllardan hiç çıkarılmamalı, dil kurallarına sadık kalınarak yazılmış bir romanın çok daha kolay ve anlaşılır şekilde çevrilebileceğini de düşünüyorum.

 
Toplam blog
: 107
: 1402
Kayıt tarihi
: 01.11.06
 
 

1970 yılında Siverek'te doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Tarsus'ta tamamladım. İstanbul Üniversitesi ..