Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mayıs '08

 
Kategori
Anılar
 

Emek üzerine bir anı

Son günlerde beni kalbimdeki çarpıntılar uyandırıyor artık... Ansızın bölünen karmaşık rüyalarımın arasından gerçek olana, yani acı olana tekrar döndüğümde idam sehpasına götürülen bir mahkumun peşi sıra gailesizce çalınan bir kudüm misali, hızlanan kalp atışlarımın sesi sabahın ilk anlarında bana eşlik ediyor.

Geleli aylar olmasına rağmen hala yabancı hissediyorum kendimi bu eve ve bu odaya karşı, her sabah gözlerimi ilk açtığım andan itibaren dakikalarca odayı ilgisiz gözlerle süzüyorum.

Kirli, iğrenç renklerle bezenmiş eski, uyduruk bir makine halısı, fil bacaklı, çizik camlı heyula görünümlü eski bir sehpa ve onun üzerinde sürekli at yarışlarıyla ilgili programlar yapan radyo frekansından başkasını bana doğru dürüst iletemeyen dandik el radyosu.

Yine de tek taraflı düşünmemek gerekebilir çünkü odadaki en sevimsiz, en çirkin şey benim uykusuz, mutsuz ve çoğu zaman akşamdan kalma olan vücudumun ta kendisidir belki de.

...

‘Kalk bakalım’ dedim içimden; ne de olsa yeni bir gündü başlayan.

Gelişini her takvim yılının ilk gününde delicesine sevinerek kutladığımız 365 günden bir tanesiydi bu gün...

Kalkıp cama yaklaştım, kirli pencere pervazlarına sıkıca tutunup seslendim aşağı.

‘Ahmet...! ‘

‘Ne var ağabey?’

‘Arayan soran var mı beni?’

‘Yok ağabey’

Hıyarağası...

Beni kimsenin aramamasına hiç üzülmüyordu Ahmet!

Çalan telefonlara bakmadığım, acı acı inleyen kapı zillerine aldırmadığım günlerin mirasıydı bu uçsuz bucaksız yalnızlık.

...

Evdeki diğer odalardan birisinde kalan Mustafa’nın tıkırtılarını duyar gibi oldum, koridorda ayakkabısını boyuyordu.

Tozlu masanın üzerinde, giderken içmem için bana hediye bıraktığı üç beş tane 2001 sigarası vardı.

‘Hayırdır, işe gitmedin mi sen?’

‘Garsonluğu bıraktım abey, benim tezgah işi olmuştur, artık köfteci olmuşum’ dedi.

Şımarık bir hali yoktu aslında, daha çok üzerine binen sorumluluğun farkında gibiydi.

Amcasının oğlu askere gitmişti; daha önceden haracı, şerefiyesi ödenmiş tekerlekli köfte - kokoreç tezgahına artık Mustafa bakacak, emeğinin karşılığın aldıktan sonra kalanını askerdeki kuzenine yollayacaktı.

Büyük bir heyecanla tezgahın durduğu yeri tarif etti bana, ‘Abi yeşil caminin arka kapısından deniz yoluna yürüyeceksin... Tekel büfesinin hemen yanındadır, istediğin zaman gel, yemeğin bendendir, ama akşamları da gelirsen yardım edersin üç beş neyse veririz harçlığın çıkar, yanlış anlama abey’

‘Ulan şu yakandaki düğmeyi açsana çoban gibi olmuşsun, artık esnaf sayılırsın dümbelek gibi giyinme, şu tırnaklarını da kes milletin iştahını kaçıracaksın’ dedim. Az önce patronum olmaya heveslenen Mustafa bir anda toparlanıp pustu. Baklava desenli gömleğinin yakasındaki düğmeyi açtı. Masanın üzerindeki sigaraları alıp nefesimi sinirle dışarı verirken bir de ‘Eyvallah’ ekledim soluğuma.

‘Görüşürüz ağabey’ diyerek 13 bölümlük garanti rolü kapmış televizyon dizisi figüranı edasıyla neşe içinde fırladı gitti evden.

...

Kıraathanenin soğuk demir kapısına bağlı çamaşır ipini çektim (kıraat?), süngü açıldı, salondaki birkaç kişi ağır kafa göz hareketleriyle süzdüler beni, şu an buraya değil de içinde bolca karı kızın olduğu bir bara girseydim yüzümdeki yüz bin kere terkedilmiş olmanın bıraktığı o ifade beni kapıdan girer girmez hemen açığa vuracaktı belki de neyse ki kahvehanelere girerken insanın o kadar da iddialı görünmesi gerekmiyordu, ceketimin düğmeleriyle oynayarak girdim içeri; ilk anda selam verecek birisinin olmaması da ne kötü bir şeydi böyle ‘elalemin mekanına’ girince.

Yine de burayı sevmek için bir iki bahane yaratabiliyorum kendime; şu kirli muşambalar, ayakları tellerle bağlı tahta iskemleler, omzunda buhar havlusu asılı pala bıyıklı ocakçı, eski filmleri hatırlatıyor bana, sanki bir an için kahveden içeriye Münir Özkul girecek ve garson, ocakçıya ‘Yap Yaşar usta’ya bir çay’ diye seslenecekmiş gibi safça duygulara kapılıyorum.

Zaman zaman kahvenin kapısına bir kamyon yaklaşıyor, şoför elinde bir listeyle ocakçının yanına gidiyor, ocakçı salonda oturan ve genellikle önlerinde çay ya da meşrubat yerine bir bardak çeşme suyu bulunan adamlardan birisine sesleniyor, O da şükran duyguları içerisinde kamyonun arka kasasına atlıyor.

...

Gazeteyi okuyup bitirdim, vakit öğleni geçiyor birazdan at yarışı patırtıları başlayacaktı kahvede, orta yaşlı bir adam gazeteyi almak için izin istedi, düzeltip verdim.

Kapıda beyaz bir Şahin durdu az sonra. Gençten bir çocukla yaşlı bir kadın indiler arabanın içinden, birileri onlara burayı tarif etmiş olmalıydı, çocuk kahvenin orta yerine doğru ‘Bize iki tane taşıyıcı lazım, mümkün mü acaba?’ diye nazikçe bir soru bıraktı. ‘Bizim hamala benzeyen bir tarafımız var mı lan?’ bakışları arasından heyecanla sıyrılan bir kişi ‘Ben gelirim abi’ dedi. Ocakçı ‘hamallar bu saate kalmaz, erken gelseydiniz keşke’ dediyse de uzun gitarcı tırnaklarımı yumruğumun içine saklayıp ayağa kalktım, çocuğun bana ‘Hadi lan hanım evladı’ demeyeceği içime doğmuştu sanki.

Kahvedekilerin kimi şaşkın, kimi de ‘Aferin be’ edalarıyla bana bakıyorlardı. Ocakçıya ‘hesabı dönüşte hallederiz’ dedim. Ocakçı ‘Aferin be’ diyenlerdendi muhtemelen, zira yardım isteğimi kabul etti, sonra da hesapları yazdığı sigara kartonunun üzerinde ‘Müzisyen’ başlığı altındaki çiziklere üç tane daha ekledi.

...

‘Bahçe kuruyunca bize kala kala kuru odunlar kaldı, varisler arasında bölüştük’ diyordu arabanın ön koltuğundaki yaşlı kadın, orta halli bir mahallenin orta halli bir apartmanının önünde durduk. İş arkadaşımın dediğine göre en az bir ton ‘elma odunu’ vardı kapının önünde, ‘hızlı çalışırsak akşam üstüne biter’ dedi.

Apartmanın kapıcısı odunları çuvallara doldurup ağzını bağlıyor biz de kilerdeki kabine çuvalları istifliyorduk.

Daha ikinci çuvalda dün akşam yarım saatte içiverdiğim küçük votkanın ter gözeneklerimin arasından fışkırıp gittiğini gördüm. Sona kalan üç - dört çuvalı dördüncü kattaki evlerine çıkarmamızı istedi kadın, kapıcının bağladığı çuvalları evdekiler açamayınca benim gitarcı tırnakları imdada yetişiverdi.

Üç saat içinde yerçekimi beni hayatın bugün tutunduğum dalından indirmek için elinden geleni yaptı adeta.

İş bitimi ortağımla bir duvar dibine oturduk, ‘Nasıldım abi, iyi çalıştım değil mi?’ dedim gülümseyerek, ‘Sen eşek olursan sırtına binen çok olur’ dedi. Kafam öyle dinçti ki o adamcağızı bile her şeye rağmen güzel bir Dünya’da yaşadığımıza birkaç cümleyle inandırabilecek sabrım vardı aslında, çorabından buruşuk bir Samsun paketi çıkardı ‘Yak hele’ diyerek, ‘Ben değiştirmeyim, sen buradan yak’ diyemedim.

...

Akşama doğru cebimde 1999 kışının 5. milyon lirasıyla yeşil caminin arka kapısından aşağı, deniz yoluna doğru yürümeye başladım. Bizim Mustafa nedense o an benim gözüme çok şirin gözüken kırmızı bir triporter’ın üzerindeki ızgarayı yelliyordu, beni görünce kendisinden pek de beklenmeyecek bir olgunlukla ‘Abey neredesin, soğan doğranacak, domates doğranacak geç şu tezgahın başına’ dedi. ‘Geldim be oğlum’ dedim.

Köylü köylü gülüyorduk ikimizde.

...

Ertesi sabah uyandığımda kalbimdeki velveleli kudüm sesleri beni terk etmişti ama omzumda ve kollarımda çocukluğumun tatlı kas ağrılarıyla uyandım yine de. Kafamı pencereden aşağı uzattım

‘Ahmet, var mı arayan soran?’

‘Abi Antalya’dan aradılar, evi arayacakmışsın’

‘Sağolasın’

Evi kahveden aradım öğlene doğru ‘Plak firmasının ortaklarından birisiyle randevum vardı birazdan, bu prodüksiyonun olmasını en çok o istiyordu ama biraz zaman lazımdı, hemen hemen her akşam barlarda ekstra işler çıkıyordu, önümüzdeki gün eve para yollayacaktık, ben iyiydim merak edilecek bir şey yoktu’

Gazeteyi bitirip katladım, dün ki orta yaşlı adam gazeteyi almak için tekrar izin istedi, sonra kapıdan kan ter içinde iş ortağım girdi ‘keşke erken gelseydin, kaçırdın işi’ dedi.

‘Kısmet, birazdan bir iş daha çıkar belki’

‘İnşallah’ dedi.

OKAN ÜNVER

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..