Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ağustos '07

 
Kategori
Basın Yayın / Medya
 

Emin Çölaşan - Yılmaz Özdil: biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz

Emin Çölaşan - Yılmaz Özdil: biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz
 

Gazetecilik, dünyada iş güvencesinin en zayıf olduğu işlerden biridir hatta belki de birincisidir. “Mesleğidir” diyemiyorum çünkü gazeteciliğin meslek olup olmadığı bile tartışılmaktadır. Özellikle de Türkiye’de gazetecinin iş güvencesi pamuk ipliğine bağlıdır. Hemen her gün küçük büyük bir sürü gazete, dergi, televizyon ya da herhangi bir basın-yayın organında çalışanların işine son verilir. Bunların çoğunu duymayız. Bırakın kıyıda köşede kalmış yayın organlarını, ülkenin en büyük medya kurumlarında gerçekleşen işten çıkarmalardan bile hiç haberimiz olmaz. O haberleri ancak gazetecilerin kendi aralarında yaptıkları dedikodulardan ya da internetteki haberleşme gruplarından öğrenebiliriz. Bu tür dedikodu ve yazışmalarda sürekli bir işten çıkarma söylentisi sürer gider, işin kötüsü bu söylentiler çoğu zaman da gerçeğe dönüşür. Gazeteler el değiştirir, ekonomik kriz çıkar, genel yayın yönetmeni değişir, tiraj düşer, reklam gelirleri azalır vesaire. Bunların tümünde genellikle en alta kalanlar işlerinden olur.

Tabii yayın yönetmenleri ve yazarların da işlerini kaybettiği zamanlar olur. Ancak onlar bir süre dinlenip bir başka yayında iş bulabilir de o en alttakilerin yeni bir iş bulmaları kendilerine piyango vurması kadar düşük bir ihtimaldir. Basında iş güvencesi sorunu Türkiye gibi gelişmekte olan ya da daha geri ülkelerde daha ağır biçimde yaşanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde sendikalar ve meslek kuruluşları patron üzerinde bir denge unsuru olarak yer alıp keyfi ve haksız çıkarmaların nispeten önüne geçer. Ama Türkiye’de 12 Eylülden sonra neredeyse basında sendika diye bir şey kalmamıştır. Gazete sahipleri kuruluşlarına sendikayı sokmamak için yarışırlar. Hoş, bu koşullarda sendika olsa ne değişir, orası da tartışılır ya. Patron ya da yönetim istedikten sonra kovamasa bile sizi bir şekilde yıldırıp istifa etmenizi sağlar. İster sendikalı olun, ister Harranlı, hiç fark etmez.

Gazeteci bunu bilir, hep bunun endişesiyle çalışır, o yüzden mesela uzun vadeli borçlanmaya, kredi almaya çekinir. Zaten iş güvencesi en zayıf olanlar aynı zamanda en düşük maaşı alan, en zayıf pozisyonlarda çalışanlardır. En ufak bir krizde yüzlerce gazeteci kapının önüne konur, kalanlar gidenlerin ardından hiçbir şey yapamadan öylece bakakalır. Bir yandan yıllarca birlikte çalıştıkları arkadaşlarının işten çıkarılıp işsizler ordusuna katılmasına ve buna seyirci kalmaktan başka bir şey yapamadıklarına üzülür, öte yandan o kurbanların yerinde olmadıklarına kendilerine bile itiraf etmeye utanarak gizlice sevinirler. Velhasılı kelam, Türkiye’de gazetecilik zor, yıpratıcı, nankör ve toplum içinde her yönden gittikçe itibarı düşen bir iştir.

Gazeteciliğin meslek olup olmadığı tartışılır dedik, ancak gazeteciliğin içinde daha da büyük bir tartışma konusu olan bir kesim var: Köşe yazarları... Son yıllarda Türkiye’de köşe yazarlığı çok popüler bir iş haline geldi. Bugün sadece ulusal gazetelerde yazanların sayısı herhalde beş yüz falan vardır. Dergileri ve yerel gazeteleri de eklersek bu sayı binleri bulur. Buna internette yazanları da eklediğimizde rakam daha da kabarır. Hiç kuşkusuz içlerinde çok değerli yazarlar var. Ustalığıyla, kalemiyle, edebiyat yeteneğiyle, haber sezgisiyle, bilgi birikimiyle, sağlam öngörüsüyle bulundukları yerleri ziyadesiyle hak eden yazarlar var; bir gazetede köşeleri olmasa da sadece makale ve kitap yazsalar rahatlıkla okunabilecek yazarlar...

Ancak genele bakarsak bunların çoğunun çok sıradan, bilgi birikimi sokaktaki herhangi bir kişiden farksız, yazma yeteneği vasatın altında ve ideolojik saplantılarla gerçekle ilişkilerinin kopmuş olduğunu görürüz. Bu kategoride hemen her büyük gazetede en az birkaç tane bulunur. Konuları, temaları bellidir. Hedefleri bellidir. Hemen bütün yazılarını zamanında ezberleyip dağarcıklarında sakladıkları bir miktar atasözü, birkaç klişe cümle, bir bayat fıkra ve tarihten kimi mesellerle kotarırlar. Öyle uzun uzun yazmaya, konuları irdelemeye, araştırmaya, üzerinde düşünmeye tenezzül etmezler. Sokakla, halkla ilişkileri yoktur. Halk diye sadece kendi sadık okur kitlesini bilir, onların tepkilerini halkın görüşü diye yansıtırlar. Daha da giderek buna kendileri de inanır. Bazı yazarların 22 Temmuz seçimi öncesi tahminleriyle seçim sonuçları arasındaki korkunç fark ve uğradıkları büyük hayal kırıklığı biraz da bu yüzdendir. Gazeteciliğin ne mutfağıyla ne de habercilik boyutuyla ilişkileri kalmıştır. Bazılarının ise zaten hiçbir zaman olmamıştır. Kendilerini gazeteci ya da yazar olmaktan çok kimi parti ve ideolojilerin sözcüsü gibi görürler. Objektiflikten uzaktırlar, böyle bir kaygıları da yoktur. Basının sorunları, basın emekçilerinin işten çıkarılması gibi şeyler onları hiç ilgilendirmez. Ne bu konulara değinir, ne de herhangi bir tavır alırlar.

İçlerinde kalemi keskin ve belli bir okur kitlesine sahip olanlar zaman zaman yüksek transfer ücretleriyle bir gazeteden bir başkasına transfer olurlar. Ücret ve köşe cazipse bir gazetenin tam zıddındaki bir başka gazeteye geçip eski kurumunu ateşe tutmaktan çekinmezler. Ancak bu türden gazeteci/yazarlar da zaman zaman işinden olur, köşelerini kaybederler. Kimileri kamuoyuna hiçbir zaman açıklanmayan, bizim bilemediğimiz iç gelişmelerle, kimileri ise siyasi iktidarların değişmesiyle bir süre işsiz ve sessiz kalırlar. Ancak çok geçmez bir süre sonra bir başka gazetede yazmaya başladıklarını görürüz. Zaten işsiz kalmaları onları ekonomik açıdan pek zorlamaz. Hepsi bir şekilde maddi sorunlarını halletmişlerdir. Onları asıl zorlayan “çok önemli” fikirlerini dile getirecekleri köşelerinden yoksun kalmalarıdır.

İşte Sabah yazarı Yılmaz Özdil’in Hürriyet’e transfer olması ve Emin Çölaşan’ın Hürriyet’le yollarının ayrılmasına bu açıdan bakıyorum ben. Yılmaz Özdil Sabah’tan ayrıldığında sıkı okurları, onunla aynı zihin ikliminde yaşayanlar, ulusalcılar, sıkı milliyetçiler, iktidarın Özdil’i susturduğunu söylediler. Oysa Özdil’in -muhtemelen çok daha iyi koşullarla- Hürriyet’e transfer olduğu ortaya çıktı. Özdil’in Hürriyet’e geçmesiyle Çölaşan’ın ayrılmasının aynı günlere denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. Bence aynı işlevi gören iki ayrı yazara gerek duymamıştır Hürriyet yönetimi. Eh Özdil, daha genç, daha kısa yazıyor, argoyu daha vurucu kullanıyor, AKP’ye muhalefet yapacağım diye halka inceden inceye daha iyi hakaret ediyor. Maaşı ve maliyeti de Çölaşan’a göre düşüktür büyük ihtimalle. Yani hesap ortada...

Şimdi Çölaşan’ın durumuna bakıp basın ve fikir özgürlüğünden dem vuranlara hiç de inanasım gelmiyor nedense. Çölaşan ve benzerleri hangi muhabir/gazeteci/yazarın işten atılmasına karşı çıktı, hatırlayanınız var mı? Ben hatırlamıyorum şahsen. Zaten meraklıları hiç kaygılanmasın, bir aya kalmaz yine bir köşede görürüz kendisini. Bir söz vardır; “biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz”

Ha, şunu da söylemeden geçemeyeceğim, şahsen bir okur olarak, ikisinin de zihniyetine dünyalar kadar uzak olmama rağmen “Hürriyet’te Özdil’i mi, Çölaşan’ı mı görmek istersin?” diye bin kere sorulsa bininde de “Çölaşan” diye cevap verirdim.
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..