Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Aralık '07

 
Kategori
Anılar
 

Eski zaman çokomelleri...

Eski zaman çokomelleri...
 

Annemin her sabahki, “kalk oğlum” unu tekrarlatmadan bu kez, fırlıyorum yataktan… İçinde önceki gün bakkal Necip'ten aldığım, 5 tanesini satıp karşılığında 1 tane kar edeceğim çokomellerin olduğu 'sana margarin' kutusunu kontrol ediyorum ilk… Şöyle el yordamı ile çokomelleri bir sıraya sokuyorum… 50 tane var içinde, hepsini satarsam, bir tane de hediye eder fazladan babamın arkadaşı Necip amca diye hesaplar içindeyim… Ne güzel de parlıyor mübareklerin jelatinleri… Aslında çokomellerden çok bu jelatinlerde gözüm… İçindekini yedikten sonra, şöyle tırnağının ucuyla düzleyip, defterin arasına koyunca harika bir koleksiyonun nadide parçası oluyor her biri … Annem bağırıyor mutfaktan; “oğlum şeytanlar yaladı yüzünü sabaha kadar, yıka hemen” diye… Yüzümdeki şeytani salyaları arıtıp kahvaltıya geçiyorum… “Sütünü bitir”, “yumurtayı bırakma” şeklindeki direktifleri en az zararla atlatıp siyah önlüğümü de geçirince üzerime ticari hayatımın ilk gününe hazır buluyorum kendimi…

Okula belediyenin kırmızı otobüsleri ile gidiliyor… Her gün girdiğim itiş kakıştan uzak duruyorum bu kez, otomatik açılan kapının önünde… Sana kutusunun içindeki sermayem zarar görsün istemiyorum…

İlk ders sabırsızlıkla geçiyor... Öğretmenin her sorduğu soruya parmak kaldırıyorum… Nasıl olsa beni kaldırmıyor; “biliyodur bu, cevabı” diye… Aklım küçük kitaplığın en alt katına gizlediğim çokomellerde… Kütüphanecilik kolu olmamın avantajını, anahtarı bende duran camlı ahşap kitaplığı zula olarak kullanarak değerlendiriyorum… Yine parmağım otomatik bir biçimde havaya kalkmışken öğretmenin sesini duyuyorum ticari düşlerimin arasından; “Serdar sen söyle!!” Ayağa kalkmam gerektiği geliyor ilk aklıma, başka da toparlayamıyorum kafamı… Salak salak bakmama alışkın olmayan öğretmenim, tahtadaki problemi işaret ediyor göz ucuyla… Dört tarafında birer öğrencinin oturduğu tahta masamdan kara tahtaya ulaşıncaya kadar problemi çözüyorum kafamda… Öğretmen salaklığımı atlatıp, doğru cevabı yazmamdan memnun bir başka problemi yazıyor tebeşirin iç gıcıklayan sesiyle… Aklım kitaplıkta, ellerimdeki tebeşir tozunu siyah önlüğümün eteklerine silerek geçiyorum masama …

İlk teneffüs zilinin çalmasıyla yollanıyorum ‘Nadir Tolun İlkokulu’ nun geniş bahçesine… Önce öyle dikiliyorum bahçenin bir köşesinde... Bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındayım ama çok kestiremiyorum ne yapacağımı... Sonra, ben böyle elimde sana kutusu anlamsız bir biçimde dikilirken 5. sınıflardan bir çocuk geliyor yanıma... Kutunun içine bakıp “satıyor musun bunları” diyor... “Evet” diyorum, “kaça” diyor... “25 kuruş” diyorum... Üzerinde başlıklı bir köylü kızı kabartması olan 50 kuruşu veriyor; “ver iki tane” diyerek... Çok seviniyorum... Üzerimdeki ürkekliği atıp, tanıdığıma, tanımadığıma “çokomel ister misin”, “tanesi 25 kuruş” şeklinde bahçeyi dolaşıyorum... Kimi alıyor, kimi bakıyor daha çok kutunun içindekilere... 3-5 çokomel daha satmışken etrafımda meraklı bir kalabalığın oluştuğunu fark etmiyorum bile...

O kalabalığın arasından bizim 3. sınıfların diğer şubesindeki Erdoğan çıkıyor karşıma... Tam haylaz bir çocuk... Balık gibi bir suratı var; küçücük bir ağız, kocaman kırmızı gözler... Öyle pis pis sırıtarak “ne satıyon burda” gibi bir şeyler geveliyor ağzında... Başka zaman olsa en azında bir, “git işineyi” hakkedecekken, çokomellerin selametini düşünüp arkamı dönüp uzaklaşmayı yeğliyorum kalabalığın içinden... O ne? Bu sefer diğer yönden çıkıyor karşıma... Kutunun sağına soluna eliyle vurmaya çalışıyor... Kutuyu sol elimde dengeleyip sağ elimle hızla itiyorum göğsünden... Meraklı kalabalığın arasında benim elimde çokomel kutusu başlıyoruz itişmeye... Çokomeller kutunun içinde bir o yana bir bu yana savruluyor...

Tam bu sırada sınıf öğretmenimin sesi duyuluyor sertçe; “Serdaar gel buraya...” Erdoğan öğretmeni görünce tersyüz olup uzaklaşıyor... Soluk soluğa koşarak, okul binasının bahçeye açılan kapısının önündeki öğretmenimin yanına geliyorum... Beni o arbededen kurtardığı için minnetle bakıyorum yüzüne... “Yakışıyor mu sana?” diyor, az öncekine yakın bir sertlikle... Şaşırıyorum, safça; “yakışmıyor mu?” diye soruyorum... “Yakışmıyor” diye sesinin tonunu daha da arttırıyor... “Çabuk kaldır o kutuyu” diye hiddetleniyor iyice... Süklüm püklüm yollanıyorum sınıfa...

Ders zili çalarken kafam öğretmenin azarını anlayamamamın verdiği dalgınlıkta, açmaya çalışıyorum camlı kitaplığın kapısını... Tek elimde tutmaya çalıştığım kutu düşüyor... Çokomeller yerlere saçılıyor... Sinirimden gözlerimde yaşlar birikiyor, çokomelleri toplarken...

O gün öğretmenin hiçbir sorusuna parmak kaldırmıyorum...

Belediyenin kırmızı otobüsünden bakkal necip amcanın dükkânının önünde iniyorum... Suratım altüst, “yere düştü bunlar Necip amca” diye, bazıları ezilmiş çokomelleri, 25 kuruşluklarla birlikte bırakıyorum bakkal masasının üzerine... Tam dönüp çıkacakken, kutunun içinden sağlam kalmış beş çokomeli seçip “al bunları” diyor... “İstemem” diyorum, “al” diye ısrar ediyor... "Babama söyleme düşürdüğümü" diyorum, "merak etme" diyor yüzünde tebessümle... Kolleksiyonumda olmayan sarı jelatinli birini alıp çıkıyorum...

Eve doğru giderken jelâtininin zarar görmemesine özenerek, açıyorum çokomeli... Hiç ısırmadan ağzıma tıkıştırıyorum tamamını... Keyfim yerine gelmiş, ağzımda leblebi tozuyla denediğimi, o halde tekrarlıyorum; 'dağ başını duman almışı' ıslıkla çalmaya çalışarak... Elimdeki sarı jelatin güneşte pırıl pırıl parlıyor...

***

Kurban bayramınız kutlu olsun....

 
Toplam blog
: 48
: 1573
Kayıt tarihi
: 17.11.06
 
 

Konuştuğum gibi yazmamalıyım... Yazmak, konuşmaktan farklı ve her zaman onun önünde benim için.....