- Kategori
- Öykü
Evdeki hesap...

Katıldığım bir yazma atölyesinde bir ödev verdi hocamız. İlk birkaç cümlelik giriş metnini yazdı tahtaya ve bu girişi, bir öykü olarak tamamlamamızı istedi bizden. Şöyle başlayacaktı öykümüz:
Havaalanında mekanik seslerle tekrarlanan anons, 21:30 İzmir uçağı için son çağrıyı yapıyor. Kadın yerinden kalkıyor, uyumak üzere olan çocuğa “Haydi,” diyor usulca, “gitmemiz gerek”.
........
İşte bu girişin peşine bir kısa öykü yazacaktık her birimiz, ama gel de yaz kolaysa.. Ismarlama yazılmıyor ki bu meret.. Önce hissetmek, duyumsamak gerek, sonra hikayeyi usul usul zihinde şekillendirmek, öykü kişileriyle bütünleşmek, olay örgüsü, kurgusal gerçeklik, nesneler, objeler, birbirleriyle ilişkileri, neden sonuç bağlantıları.. hepsi başlı başına tasarım.
Yok, bu iş böyle olmayacak ! derken, oturdum klavyenin başına. Kafamda hiç bir kurgu yok!, hikaye ne olacak belli değil. Dedim ki kendi kendime; "şu küçük kızla konuşmaya başlayalım hele bir, bakalım neler diyeceğiz birbirimize" ve başladım yazmaya. Sonrası yazdıkça oluştu, adeta hikaye bana kendini yazdırdı. İlk kez yaşadım böyle bir deneyimi ve bu blog sayfamda sizlerle paylaşmak istedim.
Yorumlarınızı, eleştirilerinizi, önerilerinizi, geri bildirimlerinizi bekliyorum.
Buyrun öyleyse, iyi okumalar herkese.
----
Havaalanında mekanik seslerle tekrarlanan anons, 21:30 İzmir uçağı için son çağrıyı yapıyor. Kadın yerinden kalkıyor, uyumak üzere olan çocuğa “Haydi,” diyor usulca, “gitmemiz gerek”.
- Mummy çok çok uyku var amaaa..
- Uçağa çağırıyorlar bizi, gidip yerimize yerleşelim, uçakta uyursun istersen
- No, gitmek istemiyo Deniz, evimize dönelim...
- Güzel prensesim benim, anneannene dedene gidiyoruz, anlattım ya sana, hem Kırçıl’la tanışacaksınız unuttun mu?
- Eeveeeeettt !
Dudaklarında bir anda beliren bir gülümsemeyle hemen doğruluyor küçüğüm. Beyaz peluştan uzun kulaklı sıska bir köpek yavrusu görünümündeki sırt çantasını sırtına geçiriyor çabucak. Kapağında sevimli bir köpek resmi yapışık tekerlekli minik pembe bavulunun da çek çek sapını eline alıyor. Dört yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek bir sorumluluk duygusuyla sahipleniyor eşyalarını. Uykudan ne de çabuk vazgeçti. Eve dönme fikrinden de. Kırçıl’a biran önce kavuşma fikri herşeyin önüne geç ti bir anda.
- Mummy, I’m ready !
- Tamam bi tanem, ben de hazırım, ver elini, hadi şimdi az ilerdeki B2 kapısına doğru hızlıca yürüyelim seninle
Uçağa binip koltuklarımıza yerleştiğimizde derin bir soluk alıyorum. Kapıdan geçip, körük boyunca ilerleyip uçağa binerken hãla kalbimi sıkıştırmaya devam eden o duygu her neyse, yerini temkinli bir bekleyişe bırakıyor yavaş yavaş. Aslında o endişe duygusu ve kalp çarpıntısı, Istanbul aktarmalı NewYork- İzmir uçuşu için yola çıktığımız New York havaalanından beri peşimi bırakmamıştı. Aslına bakılırsa, havaalanının da öncesi vardı...
...
- Anne, baba, beni dinler misiniz lütfen, bırakın benim adıma fikir yürütmeyi ve beni dinleyin !
- Kızım şart mı Amerika’da yapman bu doktorayı? Hadi İzmir’de istediğin şartları elde edemedin diyelim, İstanbul’daki Üniversitelerde de mi yok? Bu kadar uzaklara gitmeni istemiyoruz.
- Baba, neden anlamak istemiyorsunuz, tam bursla kabul edildim ben, hem de tam istediğim alandaki doktora programı için. Kolay mı sanıyorsunuz Amerika’da prestijli üniversitelerden birinden Doktora süresince tam burs alabilmek? Bu herkesin kolay kolay elde edemeyeceği bir başarı. Destekleyeceğinize, engel olmaya çalışıyorsunuz.
- Kızım nasıl yaşanır oralarda? Kültürü farklı, insanı farklı, lisanı farklı, herşeyi farklı bizlerden. Hem çok uzak çok. Biz gelemeyiz oralara.
- Anne, yaşayacak olan sen değilsin, benim. Evet uzak haklısın, ucuz da değil atlayıp uçağa sık sık gidip gelmek için, ama sayılı zaman, üç dört yıl hepi topu.
....
Gönüllerini yapıp, rızalarını alarak olmamıştı gidişim. Evdeki ‘hepi topu yıl’ hesabı da çarşıya uymadı. Sadece o hesap mıydı şaşan? Kariyer, iş, aş, eş, ev, evlilik, ... Çarşıya çıkınca, hiç hesapta olmayanlar da ekleniverir ya listeye, işte aynen o hesap!...
Doktoraya yeni başladığım bir dönemde, üstelik de yeni bir ülkeye, sisteme ve hayata alışmaya çalışma evresinde Husseyin ile tanışmamız ve birbirimize aşık olmamız, hesapta olmayanların başlangıcıydı... Bu yakınlaşma kaçınılmazdı zira, Husseyin’in, Temel Bilimler - Moleküler Biyoloji alanındaki doktora programına başvuran 200’ün üzerinde öğrenci arasından kabul edilen yedi kişiden biri olması, ortak paydalarımızdan sadece bir tanesiydi.
Husseyin, doktora programının üçüncü yılında, benimse ilk yılım. Önümdeki program uzun ve ağır, yani bu aşk meşk işlerinin hiç de zamanı değil aslında. Ama hayat öyle formatlı, çerçeveli, hesaplı, kitaplı yürümüyor işte. Üstelik herşey hızlı ve "light" buralarda, derinlik yok , ayrıntı gereksiz, yemekler fast food, arkadaşlıklar yüzeysel, konuşmalar "chat", uykular "nap". Aşk; kapıyı bile çalmadan içeri dalıveriyor...
Her ikimizin de devam etmekte olduğu burslu doktora programı, doktora süresince okul harcını karşılıyor ve yaşam masrafları için de burs sağlıyordu ancak bu para yaşam giderlerine yetişmiyordu. Ortak eve çıkarak gelirleri ve masrafları paylaşma kararı vermemizin ardından uygun bir ev bulmamız fazla sürmedi. Birlikte yaşamaya başladık. İlerleyen zaman içinde, yaşam standartımızı korumak ve biraz da yükseltebilmek için iş olanakları ararken Husseyin, üniversitede öğretim asistanlığı buldu. Ben de esnek zamanlı olarak bir araştırma projesinde çalışmaya başladım. Ne var ki, finansal destek sağlayan bu ek işler yüzünden doktora çalışmalarımıza daha az zaman ayırabilir olmuştuk. Benim ikinci senem dolduğu halde, henüz bir yıllık yol almış gibiydim. Evdeki hesabın uymadığı bir çarşıdaydım artık...
Annem babamla bazen telefonla, çoğu zaman internet üstünden görüntülü olarak konuşmak, özlemlerime iyi geliyordu. Neler neler özlüyorum, ben bile şaşıyordum kendime. Pazara gitmeyi, çarşı-pazarda pazarlık etmeyi, mahalle bakkalımızı, el kol hareketleriyle konuşan manavımızı, uzaktan birbirine bağıranları, kuaförümü, temizliğe yardıma gelen Kezban ablayı, annemin patlıcanlı puaçasını, fırın ekmeğini, simitçi simidini... Ezan sesi duymak bile özlemlerim arasındaydı. O sonuna kadar sesini açarak bas bas bağırtılan ezanı özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi.. annemi babamı, Kırçıl’ımın uzun kulaklarını çekiştire çekiştire sevmeyi okşamayı, İzmir’imi ve Türkiye’mi özlüyordum. Çarşıya uymayan hesaplar gibi özlemlerim de, gittikçe kabarıyordu. Son zamanlarda niyeyse, ota boka ağlar olmuştum bir de. Sonunda, Noel tatilini fırsat bilip kısa süreliğine de olsa Türkiye’ye gitme duygusallığının, mantığımı ele geçirmesine engel olmadım. Hesapta olmayanları yapmaya alışmıştım nasılsa.
Döndüğümde hamile olduğumu öğrenmek, bebeği aldırıp doktoramı tamamlamak seçeneği ile bebeği doğurup sonrasında kariyerime ne olacağını kestirememek arasındaki o ince çizginin, bir o yanına bir diğer yanına uykusuz geceler boyunca savrulmak, bunların da hiçbiri hesapta yoktu, çarşıya çıktıktan sonra eklendiler listeye...
Husseyin’le konuşmam, bebeğin kalmasına karar vermemiz, eve ve bebeğin ihtiyaçlarına yönelik eksikleri tamamlamaya girişmemiz, bir yandan doktora çalışmalarıma olabildiğince hız vermek, bir yandan onu bunu da yapmak derken, doğuma kadarki süreyi en verimli şekilde kullanma telaşından, nikahı araya apar topar sıkıştırabilmiştik.
Annemin babamın, ne Hüsseyin’den haberleri vardı, ne birlikte eve çıktığımızdan, ne nerdeyse doğacak olan Deniz’den, ne de telsiz duvaksız evlendiğimden. Olmamıştı, bür türlü söyleyememiştim. Nerden başlayacağımı, nasıl söyleyeceğimi bilememiştim... Ama, tüm o koşturmaca arasında asla atlamadan, titizlikle, özenle, sabırla, kimi zaman endişeyle çoğu zaman umutla ve özlemle yapmaya devam ettiğim bir şey vardı; tüm yaşanmışlıklarımı fotoğraflamak, albümlemek, klasörlemek, dosyalamak. Böylece, anneme babama söyleyemediğim her şeyi, kãh fotoğraf karelerinde kãh video kayıtlarında biriktirdim, onlarla paylaşacağım zamanın geleceği umudunu hep koruyarak.
Deniz’in doğumundan sonra geçen dört yıl içinde, doktoramı gecikmeyle de olsa tamamlamıştım. Geçen yıllar içinde albümler klasörler video kayıtları birikmiş, söylenemeyenler resme ve görüntüye çevrilerek “gigabyte”larca saklanmıştı. Deniz’in karnımdaki ayları, Husseyn’le nikahımız, Deniz’in doğumu, eve geliş, ilk banyosu, ilk kelimeleri, ilk adımları, ilk doğum günü, ilkler, ilkler, ilkler...
Annemlerle en son konuştuğumda, İzmir’e bir sürprizle geleceğimi söylemiş, uçuş gün ve saatini haber vermiştim. İşte aslında o kalp çarpınıtısı ve sonrasında da kalbimi sıkıştırmaya devam eden o duygu, o korku, o endişe, o her neyse, tam da o zaman başlamıştı. Annemi babamı, geçmişte onlardan çalmak zorunda kaldığım o zaman dilimine götürecek olduğum o yolculuğun en başını, o ilk şoku, bir atlatabilsek...
“Mummy çişim geldi” sesiyle düşüncelerimden sıyrılıyorum. “Uyandın mı prensesim? kemerini açalım, ondan sonra kalkabiliriz”. Sağ tarafımda oturmakta olan yolcudan, geçmek için izin isteyerek koridora çıkıyoruz Deniz’le birlikte. Koridorun sonundaki tuvaletlere ulaşmak için dar koridor boyunca önde Deniz, arkada ben ilerlerliyoruz. Yan taraftaki koltuklardan birinden ince bir çocuk sesi geliyor kulağıma “anne, anne, şuna bak!”. Parmağıyla Deniz’i işaret ettiğini görüyorum. “Yüzü çukulata renginde, kolları bacakları da. Niye öyle? ”...
İşte tam da o duygu, o kalp ağrısı, yine saplanıyor yüreğime, derin bir soluk çekiyorum içime, “Ne olacaksa olacak..” diyorum kendi kendime, “.. bir sürprizle geleceğimi söylemiştim, sözümü tuttum işte.”
Yeşim E. Narter
Istanbul, Mart' 2013