Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

27 Haziran '09

 
Kategori
Tarih
 

Evren yokken ne vardı?

Evren yokken ne vardı?
 

Kenan Evren


Evren yokken Allah’ın kelimesi, “ol!” vardı. O istekle kozmik evren oluşmaya ve genişlemeye başladı. Genişlemeye devam ediyor. Ancak bir de Kenan Evren var ki, o konunun bununla hiç alakası yok. Peki, Kenan Evren ile 12 Eylül 1980 tarihindeki yakın tanışmamızdan önce ülkenin hali nasıldı? Orta yaşlılar bunu bilirler elbette, ama gençlere hiç kimse bundan söz etmiyor. Askeri suçlayıp, kendini aklıyor, sütten çıkmış ak kaşık rolü yapıyor. Ama gençlere özeleştiri ve öncekilerin hatalarından ders çıkarma da öğretilmeli ki, aynı hatayı tekrar yapmasınlar.

Ülkede durum aşağı yukarı şöyleydi: Üniversitelerde dersler doğru dürüst yapılamıyordu. Bir tabure =4 bacak=4 sopa mantığı ile fakültelerde tabure bacağından yapılmış silahlar cephanelik olarak kullanılan koridor köşelerinde saklanıyordu. 49 çeşit sol fraksiyon, İslamcılar ve milliyetçiler vardı. ( O dönemde sadece Doğu Perinçek’in parti gençlik örgütü gibi çalışan “Devrimci Gençlik Birliği” derneği prensip olarak “şebekeler siyaseti” denilen bir ilkeyi benimsiyordu. Yani, “öğrenci kimliği taşıyan hangi görüşten olursa olsun, fakültesine rahatça girip okuyabilir. Ülkenin eğitimli insanlara ihtiyacı var.” tezini savunuyordu. Onları da solcular, “sağcı işbirlikçisi faşistler” diyerek, sağcılar, “gerçek tehlikeli komünistler bunlar” diyerek döverlerdi!) Çatışmalar hem bu üç ana grup arasında olurdu, hem de solcular arasında. “Falan usta (örn. Marx) filan kitabın şu satırında der ki, ..”diyen bir solcuya diğeri “Hayır, o öyle değil, böyle demek istemiştir!..” diye karşı çıktığında kafasına sopa inmesi olağan işlerdendi. (Benzer şekilde Kur’an ayetlerin yorumlarında belli bir grubun kendi anladıklarını yüzyıllardır toplumun tümüne dayatma olayı ise henüz çözülmüş değil!)

Fakülteler, sokaklar, plajlar, sinemalar vb. aklınıza ne gelirse parsellenmişti: Falanca sinema Dev-Yol’cuların, filanca plaj Dev-Sol’cuların gibi. Hatta bu gruplardan herhangi birinin yönetiminde olan “kurtarılmış mahalleler” bile vardı. Saç-sakal-bıyık şekli hangi gruptan olduğunun simgesi olarak önem taşırdı. Aşağı sarkık “Asyalı” bıyıklı bir milliyetçi, Stalin pos bıyıklı solcuların mahallesinde dayak yiyebilir veya öldürülebilirdi. Veya bir solcu onların arasına düştüğünde dokuz ışığı sayamazsa dayak-yaralama-ölüm arasında bir şeyler gelebilirdi başına. (Bu konuda özde pek fazla değişiklik olmadı. Ama saç-sakal-bıyık şimdi ihale kapmak, “bizden”lerden olup korunup kollanma işlerine yarıyor.)

Polis kimse tarafında ciddiye alınmazdı. Fakülte giriş çıkışlarında kimlik kontrolü yapardı. Ara sıra da, her grubun gittiği öğrenci kahvelerinden öğrenci devşirir merkeze götürürdü. Fakültelerde güvenliği sağlamak işi zaten askere devredilmişti. Çatışma olduğunda asker müdahale eder, kavgayı ayıramazsa tekme-dipçik girişirdi. Ancak savaşkan gruplar da bunun bilerek orada bulunma sebebi sadece vatani görevini yapmak olan, bu asker gençlere ana avrat düz gider, hakaret edip üstlerine saldırtırlardı. Çünkü çatışmada yaralanmak bir çeşit “gazi” olmaktı. Hiç tutuklanmamış olmak bir militan için utanılacak bir şeydi. İçeri alınmalı, “ neler gördük” diye anlatacak “bir şeyleri” olmalıydı ki millet adam yerine koysun, rüştünü ispatlasın ve “dava için verdiği mücadele ile tarihe not düşüp” kahraman olsun! (Zana'lar da aynı yöntemi izleyerek, boşuna içerde yatmadı. Nasıl tarihe geçtiler, ödüller aldılar ama! Güney Doğu'da sosyal projelerde çalışan binlerce isimsiz kahramandan kimse söz etmiyor.)

Cebinde Cumhuriyet gazetesiyle sağcıların mahallesinden veya Tercüman ile solcuların mahallesinde, sokağından, koridorundan, geçmek çok büyük bir riskti. Sinemalarda, sokaklarda, çöp bidonlarında, akla gelen her yerde bombalar patlıyor, günde birkaç kişi ölüyordu. Evden çıkanın eve dönmeme olasılığı yüksekti. Güneş battıktan sonra insanlar evlerinden dışarı çıkmıyor, misafirliğe bile gitmiyorlardı. Siyasiler parmaklarını bile kıpırdatmıyorlardı. Demirel “Bana sağcılar da suç işliyor dedirtemezsiniz” vecizesini o zaman söylemişti. Alışkanlıkla ve çaresizlikle gözler Ankara’ya çevrilmişti. Herkes “Asker nerede?!” diye bekliyordu. Askerin gecikmesi azaba dönmüştü. Çünkü demokrasiyi korumak bizim görevimiz değil askerin göreviydi! Çocuğunu sokaktan alamayan ana-baba çözümü askerde arıyordu.

Ve… henüz uyumamış onu beklerken, Asker bir gece ansızın geldi! Devamını her yerde okuyorsunuz zaten: Ancak zannedildiği gibi asker gelince camileri kapatıp, evinde seccade-tespih var diye insanları tutuklamadı. Aksine, en büyük tehlike komünizm olduğu için ve gençlerin politikayla uğraşması olduğu için yurdu bir baştan bir başa imam hatiplerle doldurdu. Bu arada aralarındaki çatışma kuşaklarca sürecek sanılan gençler birbirleriyle dost oldular. En militan kızlar en önce yüksek topuk giyip, saçlarını sarı röfle yaptırdılar. Siyasetin yerini felsefe aldı. Özal dönemi başladı. Onca gürültü ve patırtının sebebi o zaman anlaşıldı: Türkiye’ye çağ atlatılacaktı! Netekim...atlatıldı da.

 
Toplam blog
: 174
: 4451
Kayıt tarihi
: 19.06.09
 
 

1958  doğumluyum. Arkeologum. Evliyim. Çocuğum yok. Çalışmıyorum. Yıllarca çalıştıktan sonra, zam..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara