- Kategori
- Yurtdışından Bildiriyorum
Fransa'dan izlenimler

Yurtdışında yaşamaya başlamak, birkaç haftalığına yapılan turistik gezilere hiç benzemiyor. Her şeyden önce yaşadığınız şehrin bir bireyi oluyorsunuz. Ama bir yere kadar tabii. 2, 5 aydır Fransa’nın güneyinde, Montpellier’de ikamet etmekteyim ve izlenimlerimi paylaşmak isterim.
Fransızlar çok kibar, çok efendi, aman da hanimiş falan derler ya, ben gördüm yok öyle bir şey. Bir kere bunlar da kaka yapıyor, sokaklardaki tuvaletler oldukça pis. Hatta garlarda para vererek girdiğin tuvaletler bile. Birçok şehrin sokaklarını hayvan-insan dışkısı ve çişi götürüyor. Öte yandan tramvayda bir kere bir yaşlıya yer verecek oldum ki, kadın teşekkür etmekten kalp krizi geçiriyordu az kalsın. Hayatında hiçbir Fransız genci ona yer vermemişçesine 10 dakika boyunca teşekkür etti ve bütün tramvay, diğer durakta yeni binip olayı bilmeyenler dahil bana dikkat kesildi. Çok heyecanlandım, ellerimi ve gözlerimi koyacak yer bulamadım. O yüzden artık hiçbir Fransız yaşlıya yer vermiyorum. Hamile görürsem belki düşünebilirim.
Avrupa şehirlerinde en çok korktuğum, çekindiğim, muhabbete girmeye kaçındığım insan türü, müze görevlileri. Ülkesi, dili, ırkı fark etmiyor, hepsi aynı. Bunların kimisini kocaman bir tablonun sorumlusu yapmışlar. Kimisi postmodernist bir müzenin kocaman odalarından birinde tek başına, kimisi büyüklü küçüklü tabloların asılı olduğu bir koridorda terör estiriyor. Genelde kadınlar. Şık giyimli, iyi makyajlı, oldukça sert bakışlı ve duygudan yoksunlar. Bir keresinde bir arkadaşıma, elimdeki rulo haline getirdiğim, müzedeki eserlerden bahseden kitapçığın ucuyla; bir tablodaki arkası dönük küçük bir adamın, köyün delisi olduğuna dair espri yapmaya yeltenmek üzere gösterim yapacaktım ki, kağıdın ucunu daha köyün delisine doğrultamadan bu görevli beni “Mösyöööö!” şeklinde öyle bir uyardı ki, o günden beri bir müzeye girerken ayaklarım geri geri gelir. Karnımı bir ağrı, içimi bir sıkıntı, yüreğimi bir yavru kuş ötüşü kaplar. Argo kelimeler içeren Fransızcamın yeteceğini bilsem kadına “Lan bi bok yapmadık, altı üstü kağıdın ucuyla köyün delisini gösterecektim.” şeklinde çıkışacaktım ama, “lan” kelimesinde takılınca ve o gözleri gören gözlerim neye uğradığını şaşırınca vazgeçtim. Ağlayarak tabloyu terk ettim.
Fransızların çoğu sadece Fransızca biliyor. Biz burada ilkokulda İngilizce öğrenmeye başlıyor, iyi üniversitelerde okuyanlar TOEFL sahibi oluyorken, buralarda gençler geçmiş zaman ile geçmemiş zaman arasındaki farkı üniversitede öğreniyorlar. Mesela bir İspanya ve Portekiz gençleri bu kadar vasat vaziyette değiller. Balkanlardan gelen öğrenciler ise, özellikle Balkan kızlarını takdir ederim bu konuda, çatır çatır İngilizce konuşmaktalar. Ayrıca Fransız öğrenciler az okuyorlar. Hatta hocaları da bunları birçok kez “Nasıl olsa hiçbir şey okumuyorsunuz, o yüzden size okuma parçası vermiyorum.” diye eziyor. Bizde ise yurdum hocaları her hafta okumalık bir şeyler verir.
Fransız Hükümeti halkına gereğinden fazla güveniyor. Montpellier’de ana ulaşım aracı tramvay. Bordo, Nice gibi tramvayın ana ulaşım aracı olduğu şehirlerde de aynı sistem mevcut. Bu sisteme göre, yolcular aylık kart alır, ya da her gün makineden bilet alır, bunları tramvaya bindiğinde okutur. Kart ve biletlerin kontrolünü ise bu işle görevlendirilmiş olan “kontrol ediciler” yapar. Benim anlamadığım ise, şehirde geçirdiğim iki ayın sonunda sadece iki kere kontrol edilmiş olmam. 60 gün içinde iki kontrol… İlk ay, aylık abonmana 35 euro para verdikten sonraki süreçte tramvaya hiç para vermemekteyim. Diğer tüm Türk arkadaşlarım, göçmen Fransızlar, yurt dışından gelme değişim öğrencileri de aynı mantıkla ulaşımlarını devam ettirmekte. Şu an cebimde 10 kullanımlık bilet var. Kontrol edici gördüğümde okutuyorum. Son 1, 5 ayda sadece bir kere okuttum. 45 günde bir… Bir Portekiz’de, İspanya’da ise, büyük şehirlerde metro hakimdir. Her durakta, giriş kısmında bir görevli olur, gelen geçeni kontrol eder. Yapın böyle sistem, paşa paşa paramızı ödeyelim.
Fransızlar peynir konusunda çok iyiler. Süpermarketlerde şaraplar gibi sadece peynirlere ayrılmış özel reyonlar var. Farklı farklı onlarca peynir bir arada raflarda yerlerini alınca koku kötü geliyor başta, ancak hangi birini seçeceğinizi bilemiyorsunuz. Kahvaltıda 4-5 çeşit farklı peynir deneyip, en sevdiklerinizi seçmeniz aylarınızı alıyor, çünkü çeşit bol. Şarap sevmeyen biri olarak, buradan dönerken yine şarap sevmeyecek olsam da, peynir konusunda farklı tadlara açık biriyim artık. Hiç muhafazakar değilim bak bu konuda.
Giyim konusunda Portekizliler bizim gibi. İspanyollar genelde özensiz. Zaten bence Barselona Avrupa’nın en tehlikeli şehri, o da ayrı bir konu. İtalyanların bir duruşu var. İş çıkışı takım elbise giyen adamların motorsikletlerine atlayıp, kravatlarını uçuştura uçuştura evin yolunu tuttuğu bir yer. Hollandalıları çözemedim, Amsterdam’da turist olmayan birine rastlamak zordu zira. Ama bu Fransızların bir tarzı var arkadaş. Çocuk, genç, yaşlı gayet güzel giyiniyorlar, hakklarını vermem lazım. Kendimi iyi giyinir bilirdim, ama burada özendiğim tipler oluyor, evet. Giyim sektöründe fiyatlar bizim ülkeyle aynı bu arada.
Tüm Avrupa sokakları futursuzca para isteyen insanlarla dolu. Evli, evsiz fark etmez, para istemek o kadar normal karşılanıyor ki. Gayet normal giyimli bir genç gelip tramvay için, bir tane hamburger almak için falan birkaç euro rica edebiliyor. Fransız “para isteyiciler” ise oldukça kibar. Bir keresinde yürürken yanımda bir araba durdu, arka koltuktan bir kafa uzanıp, 75 cent istedi. Arabaya bakıp reddedince, Türkçesi “canın sağolsun yakışıklı, güzel bir akşam dilerim.” (yakışıklıyı ben ekledim) şeklinde bir cümle kurup gittiler. Yani para vermesen de, sonsuz bir kibarlıkla “canın sağolsun”u yapıştırıp güzel bir akşam, tatlı rüyalar falan dileyebiliyor buradaki “dilenci”ler.
Bürokrasi ne demek burada gördüm ayrıca. Zaten bir Türk’ün Fransa’da öğrencilik yapması yeteri kadar zor, çok fazla kağıt, mühür gerektiren bir şeyken buna bir de Fransa’nın 1, 5-2 saatte öğle yemeği yiyen çalışanları, 16.30’da kapanan devlet daireleri eklenince çok çekilmez oluyor hayat. İşlerinizi yaparken genelde kibarlar, evet. Herkes bir yüz şekli benimsemiş. Marketteki kasiyerden, postanedeki adama, tatlınızı getiren garsona kadar herkesin ağzı küçük bir gülümseme ile çıkan “bonjur, bonsuar” dolu. Ancak bir yerden sonra bu otomotiğe bağlamış sahte tavırlar adamı çok sıkıyor ve yurdumun suratsız kasiyerini, boşlukları doldurmamızı tembihleyen samimi minibüs şöforünü, yer vermeyince kızan teyzelerini, işi çıkınca derse gelmeyen hocalarını, para istemeye yüzü olmayan dilencilerini, kışın soğuğunda ellerini ovuşturarak kestane satan babayı, tulum peynirini, alinazik yemeyi, İstanbul’u ve akbil basınca çıkan o sesi özlüyorsun.
Fransızlar çok kibar, çok efendi, aman da hanimiş falan derler ya, ben gördüm yok öyle bir şey. Bir kere bunlar da kaka yapıyor, sokaklardaki tuvaletler oldukça pis. Hatta garlarda para vererek girdiğin tuvaletler bile. Birçok şehrin sokaklarını hayvan-insan dışkısı ve çişi götürüyor. Öte yandan tramvayda bir kere bir yaşlıya yer verecek oldum ki, kadın teşekkür etmekten kalp krizi geçiriyordu az kalsın. Hayatında hiçbir Fransız genci ona yer vermemişçesine 10 dakika boyunca teşekkür etti ve bütün tramvay, diğer durakta yeni binip olayı bilmeyenler dahil bana dikkat kesildi. Çok heyecanlandım, ellerimi ve gözlerimi koyacak yer bulamadım. O yüzden artık hiçbir Fransız yaşlıya yer vermiyorum. Hamile görürsem belki düşünebilirim.
Avrupa şehirlerinde en çok korktuğum, çekindiğim, muhabbete girmeye kaçındığım insan türü, müze görevlileri. Ülkesi, dili, ırkı fark etmiyor, hepsi aynı. Bunların kimisini kocaman bir tablonun sorumlusu yapmışlar. Kimisi postmodernist bir müzenin kocaman odalarından birinde tek başına, kimisi büyüklü küçüklü tabloların asılı olduğu bir koridorda terör estiriyor. Genelde kadınlar. Şık giyimli, iyi makyajlı, oldukça sert bakışlı ve duygudan yoksunlar. Bir keresinde bir arkadaşıma, elimdeki rulo haline getirdiğim, müzedeki eserlerden bahseden kitapçığın ucuyla; bir tablodaki arkası dönük küçük bir adamın, köyün delisi olduğuna dair espri yapmaya yeltenmek üzere gösterim yapacaktım ki, kağıdın ucunu daha köyün delisine doğrultamadan bu görevli beni “Mösyöööö!” şeklinde öyle bir uyardı ki, o günden beri bir müzeye girerken ayaklarım geri geri gelir. Karnımı bir ağrı, içimi bir sıkıntı, yüreğimi bir yavru kuş ötüşü kaplar. Argo kelimeler içeren Fransızcamın yeteceğini bilsem kadına “Lan bi bok yapmadık, altı üstü kağıdın ucuyla köyün delisini gösterecektim.” şeklinde çıkışacaktım ama, “lan” kelimesinde takılınca ve o gözleri gören gözlerim neye uğradığını şaşırınca vazgeçtim. Ağlayarak tabloyu terk ettim.
Fransızların çoğu sadece Fransızca biliyor. Biz burada ilkokulda İngilizce öğrenmeye başlıyor, iyi üniversitelerde okuyanlar TOEFL sahibi oluyorken, buralarda gençler geçmiş zaman ile geçmemiş zaman arasındaki farkı üniversitede öğreniyorlar. Mesela bir İspanya ve Portekiz gençleri bu kadar vasat vaziyette değiller. Balkanlardan gelen öğrenciler ise, özellikle Balkan kızlarını takdir ederim bu konuda, çatır çatır İngilizce konuşmaktalar. Ayrıca Fransız öğrenciler az okuyorlar. Hatta hocaları da bunları birçok kez “Nasıl olsa hiçbir şey okumuyorsunuz, o yüzden size okuma parçası vermiyorum.” diye eziyor. Bizde ise yurdum hocaları her hafta okumalık bir şeyler verir.
Fransız Hükümeti halkına gereğinden fazla güveniyor. Montpellier’de ana ulaşım aracı tramvay. Bordo, Nice gibi tramvayın ana ulaşım aracı olduğu şehirlerde de aynı sistem mevcut. Bu sisteme göre, yolcular aylık kart alır, ya da her gün makineden bilet alır, bunları tramvaya bindiğinde okutur. Kart ve biletlerin kontrolünü ise bu işle görevlendirilmiş olan “kontrol ediciler” yapar. Benim anlamadığım ise, şehirde geçirdiğim iki ayın sonunda sadece iki kere kontrol edilmiş olmam. 60 gün içinde iki kontrol… İlk ay, aylık abonmana 35 euro para verdikten sonraki süreçte tramvaya hiç para vermemekteyim. Diğer tüm Türk arkadaşlarım, göçmen Fransızlar, yurt dışından gelme değişim öğrencileri de aynı mantıkla ulaşımlarını devam ettirmekte. Şu an cebimde 10 kullanımlık bilet var. Kontrol edici gördüğümde okutuyorum. Son 1, 5 ayda sadece bir kere okuttum. 45 günde bir… Bir Portekiz’de, İspanya’da ise, büyük şehirlerde metro hakimdir. Her durakta, giriş kısmında bir görevli olur, gelen geçeni kontrol eder. Yapın böyle sistem, paşa paşa paramızı ödeyelim.
Fransızlar peynir konusunda çok iyiler. Süpermarketlerde şaraplar gibi sadece peynirlere ayrılmış özel reyonlar var. Farklı farklı onlarca peynir bir arada raflarda yerlerini alınca koku kötü geliyor başta, ancak hangi birini seçeceğinizi bilemiyorsunuz. Kahvaltıda 4-5 çeşit farklı peynir deneyip, en sevdiklerinizi seçmeniz aylarınızı alıyor, çünkü çeşit bol. Şarap sevmeyen biri olarak, buradan dönerken yine şarap sevmeyecek olsam da, peynir konusunda farklı tadlara açık biriyim artık. Hiç muhafazakar değilim bak bu konuda.
Giyim konusunda Portekizliler bizim gibi. İspanyollar genelde özensiz. Zaten bence Barselona Avrupa’nın en tehlikeli şehri, o da ayrı bir konu. İtalyanların bir duruşu var. İş çıkışı takım elbise giyen adamların motorsikletlerine atlayıp, kravatlarını uçuştura uçuştura evin yolunu tuttuğu bir yer. Hollandalıları çözemedim, Amsterdam’da turist olmayan birine rastlamak zordu zira. Ama bu Fransızların bir tarzı var arkadaş. Çocuk, genç, yaşlı gayet güzel giyiniyorlar, hakklarını vermem lazım. Kendimi iyi giyinir bilirdim, ama burada özendiğim tipler oluyor, evet. Giyim sektöründe fiyatlar bizim ülkeyle aynı bu arada.
Tüm Avrupa sokakları futursuzca para isteyen insanlarla dolu. Evli, evsiz fark etmez, para istemek o kadar normal karşılanıyor ki. Gayet normal giyimli bir genç gelip tramvay için, bir tane hamburger almak için falan birkaç euro rica edebiliyor. Fransız “para isteyiciler” ise oldukça kibar. Bir keresinde yürürken yanımda bir araba durdu, arka koltuktan bir kafa uzanıp, 75 cent istedi. Arabaya bakıp reddedince, Türkçesi “canın sağolsun yakışıklı, güzel bir akşam dilerim.” (yakışıklıyı ben ekledim) şeklinde bir cümle kurup gittiler. Yani para vermesen de, sonsuz bir kibarlıkla “canın sağolsun”u yapıştırıp güzel bir akşam, tatlı rüyalar falan dileyebiliyor buradaki “dilenci”ler.
Bürokrasi ne demek burada gördüm ayrıca. Zaten bir Türk’ün Fransa’da öğrencilik yapması yeteri kadar zor, çok fazla kağıt, mühür gerektiren bir şeyken buna bir de Fransa’nın 1, 5-2 saatte öğle yemeği yiyen çalışanları, 16.30’da kapanan devlet daireleri eklenince çok çekilmez oluyor hayat. İşlerinizi yaparken genelde kibarlar, evet. Herkes bir yüz şekli benimsemiş. Marketteki kasiyerden, postanedeki adama, tatlınızı getiren garsona kadar herkesin ağzı küçük bir gülümseme ile çıkan “bonjur, bonsuar” dolu. Ancak bir yerden sonra bu otomotiğe bağlamış sahte tavırlar adamı çok sıkıyor ve yurdumun suratsız kasiyerini, boşlukları doldurmamızı tembihleyen samimi minibüs şöforünü, yer vermeyince kızan teyzelerini, işi çıkınca derse gelmeyen hocalarını, para istemeye yüzü olmayan dilencilerini, kışın soğuğunda ellerini ovuşturarak kestane satan babayı, tulum peynirini, alinazik yemeyi, İstanbul’u ve akbil basınca çıkan o sesi özlüyorsun.