Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

05 Şubat '16

 
Kategori
Edebiyat
 

Fransızca, mon amour. Yoksa değil mi?

Fransızca, mon amour. Yoksa değil mi?
 

Öbür Tarafa Kadar Elvedâ romanının kapağı


Geçen ay Fransızca bir roman okudum, sanırım adı Öbür Tarafa Kadar Elvedâ şeklinde çevrilebilir. Özgün adı Au revoir là-haut olan Pierre Lemaitre’ın 2013 Goncourt ödülü almış bu yapıtını, soğuk ama güneşli 11 Aralık 2013 günü Torino’da, Fransız kitapçısının oldukça yaşlı sahibesinin önerisini dinleyerek almıştım. 567 sayfalık uzunluğu gözümü korkuttuğundan iki yıl araya başka Fransızca romanlar soktum. Kitap başta beni o denli sardı ve heyecanlandırdı ki, bitirir bitirmez, henüz Türkçeye kazandırılmamış olmasını da fırsat bilerek, hakkında bir yazı yazmaya karar vermiştim. Beni tanıyanlar bilir, nedenini bilmemekle beraber, okuduğum hiçbir romanı aşkla beğenemiyorum, buna da, tahmininizin aksine, üzülüyorum. Dolayısıyla, işte tam da keşke ben yazsaydım diyeceğim bir roman buldum sanısına kapılıp mutlu olmuştum. Gel gör ki çok eğlenceli ve okuması zevkli bir roman olduğunu teslim etsem de sonuna doğru o aşk kalmadı. (Bu aslında eli yüzü düzgün bir Türk dizisi kıvamındaki romanı kısaca yazının sonuna doğru tekrar ele alacağım.) Aşkın tükenişi yetmiyormuş gibi bir de kendimi Fransızcaya ayırdığım zamanı da sorgularken bulmayayım mı? Böylece bu yazıyı 4 Şubat gecesi yazmaya koyuldum.

    Fransızcaya Toronto’dayken 2005’in sonbaharında başlamışım. Günlük tutma sabrımın gelişmemesinin sakıncaları diyecektim ama eski eposta mesajlarına bakarak bunu saptayabildim; belki böylesi, tutulmayan günlüklerin sayfalarını çevirmekten daha kolay oldu.  Belleğime güvensem 2006 diyecektim. 2005’in baharında ağır bir bunalım yaşamıştım; iki makalem ardı ardına en iyi dergiden reddedildiği için. Üç ay kadar gerek olmadıkça evden çıkmamış, günlerimi sabah uyanıp duş alıp kahvaltı edip sonra aman işe gitsen ne olacak diyerek ve tekrar uyuyarak geçirmiştim. Belim uzanmaktan ağrımasa akşam saatlerinde uyanıp yemek yedikten sonra yine derhal uyurdum belki. Yazın Türkiye’ye gelip bunalımı aştıktan sonra, 105 kiloya ulaşmış olarak kendime uğraş bulmaya karar vermiş olmalıyım ki Fransızca kursu yanı sıra tango ve teknik yüzme derslerine gitmeye de karar vermişim (ama hemen mi başladım bu diğerlerine de? Ah yıllar geçtikçe artan unutkanlık, ne fecisin! Epostalara daha sık bakmalı, biraz insanı üzebilseler de).

    Nereden geldi aklıma acaba Fransızcaya başlamak? Belki Kebek eyaleti yüzünden herkes ikinci bir dil denince Fransızcayı düşünüyordu, İstanbul’dakilerin İtalyancayı, İspanyolcayı seçmesi gibi bir tatlı modaydı, ben de onlardan etkilendim. Diyeceğim ama etrafımdakilerden Fransızcayı umursayan bir Paul vardı ki o da bir sürü başka dili de umursuyordu. Sonuçta NJ’de doktora yaptığım yıllarda âbâd etmeye çalıştığım Almancamı tekrar ele almak aklıma kesinlikle gelmedi. Tabiî, UofT büyük üniversite, çalışanlarına indirim yapıyor halka açık verdikleri Fransızca kurslarında. Ben de sekizer haftalık bu kurslara yazıldım. İlk iki kur beklediğim gibiydi, üçüncü kur birden zorlaştı. Hoca ayıp olmasın diye beni geçirdi. Ama önemli bir şeyi de öğretti. “Artık internet dönemindeyiz. Herhangi bir sözcüğü yarım yamalak yazın, size doğrusunu gösterir, sözlüğe bakmanıza gerek kalmaz, cümleniz yanlış mı değil mi, benzer örneklere bakarak karar verebilirsiniz.” Gerçekten de internet ve akıllı telefonlar, İngilizceyi okullarda, sözlükle, basitleştirilmiş kitaplardan başlayarak öğrendiğim 80’li yıllara göre dil öğrenmeyi/geliştirmeyi fazlasıyla kolaylaştırıyor olmalı da öyle mi gerçekten acaba?

    Fransızcalı ikinci yılım başka nedenlerle zor geçti. Bunalım içinde değildim, ama bir haksızlığa karşı mücadele veriyordum. Bol bol yürüdüğüm, öldürmeyen şey güçlendiriri terennüm ettiğim bir dönem. O zaman bile bırakmamışım bu dili. Hattâ o yılın, yani 2007’nin yazında ilk kez Paris’e gideceğim için birebir ders bile aldım birkaç hafta. İngilizce konuşmayacaklar, Fransızcam da iyi değil, diye endişe yaşamış olmalıyım. O Paris gezisinde aldığım notlara baktım da turist olduğum için bir iki bozuk cümleden başka şey söyletmeyip İngilizce karşılık vermişler; ya da el kol hareketleri ile anlaşmışız daha çok. Gerçekten de İngilizce bilindiği sürece turistik kentlerde (örneğin Viyana’da da) evsahiplerinin dilinde konuşmakta zorlanan, hele de Almanca/Fransızca yanıt verseler anlamakta iyice zorlanacak birilerine kimsenin sabrı yetmez. Esnafın bu tutumu anlaşılır; ama uluslararası bir ortamda herkes Fransızca bilmiyorsa zaten İngilizce konuşulur. Tek Fransızca bilmeyen sensen de yine kimse sana sabır göstermez herhalde; ya aralarından birini kurban seçer seninle İngilizce ilgilensin diye görevlendirirler ya da topluca seni umursamayıp kendi aralarında konuşabilirler. Bu durumda ben neden bu dili öğrenmenin bir yararı yok demedim ve Pompodiu’da aldığım karar uyarınca dönüşte bir resim kursuna yazılmadım da, aynı yazın sonunda daha, Montreal’de ün butey dö (une bouteille d’eau) dediğimde kızcağız do diyerek suyun telaffuzunda bile beni düzeltmişken hem de, Toronto’da dört kur için l’alliance française’e gittim? Haftasonlarıma bile kıydım bir kurda, haftada iki akşam oraya gitmeyi yeğledim diğerlerinde; zevkliydi ama bir yandan da ödevleri son ana bırakacak denli yorgundum. Ara kurdan başladığım için de bazı temel kuralları hâlâ öğrenebilmiş değilim. Ne zaman les ne  zaman des denir, ne zaman de ne zaman du kullanılır, ne zaman d’eau olur ne zaman de l’eau, büyük harfle yazılınca aksan kullanılmaz mı,.. durdurmasanız bitmez bilmediğim konuları yazmam.     

    Yabancı bir dilde en kolayı bence bir şeyler okumak, sonra o dilde konuşulanları anlamak. Konuşmak zor, yazmak en zoru. Bu sıralamayı yaparken konuşmakla yol sormak, bu kaç kuruş demek gibi şeyleri kastetmiyorum. Bir diyalog sürdürürken konuşabilmeyi, bir şeyler anlatabilmeyi, karşındakini sıkmadan bunu yapmayı kastediyorum. Ana dili İngilizce olanlarla konuşurken usumda şöyle bir düşünce belirir. Her ne kadar hâlâ üç cümlemden birinde hata yapıyor olsam, the’yi bazen kullanmalı mıyım kullanmamalı mıyım, emin olamasam da, benim kadar uzun süre İngilizce diyarlarında yaşamış birçok kişiden daha çok vâkıfımdır İngilizceye inancındayım; yine de sansasyonel bir şey anlatmıyorsam, anadili İngilizce olan arkadaşlarım beni dinlemekten ziyade daha çok konuşma eğilimine girer. Yabancıların İngilizcesini duymaya çok sabırlı olsalar bile kendi sesimden de olsa güzel İngilizce duyayım diyorlar farkında olmadan ve daha çok konuşuyorlar, diye düşünüyorum. O yüzden hattâ pes ettim ve İngilizce, anadili İngilizce olmayanların arkadaşlık yapmasını sağlar asıl, diyorum.

    Öte yandan, İngilizce varken anadili Fransızca olmayanlarla Fransızca niye konuşacağım bilemiyorum. 2013’te Milano’da iptâl edilen tren hakkında konuştuğumuz yaşlı beyefendi gibi İngilizce bilmeyen yaşlı Avrupalılarla, 2010’da Kazablanka’da bir trende bana la paix nasıl telaffuz ediliri öğreten kadın gibi Kuzey Afrikalılarla konuşmak için belki. Ama Anglo-Saksonların aksine dillerini  konuşurken yaptığınız hataları düzeltmeyi görev bildikleri söylenen Fransızlarla biraz da olsun konuşabilmek için, önce roman/kitap okumam gerek kararını vermiş olmalıyım. Kitap okumadan dil öğrenilmez iddiasını da duymuşluğum vardı. Hele de Fransız sevgili edinemiyorsam bu tutulması en sağlıklı yoldu. İlk 2008’in yazında Marc Levy’nin La prochaine fois’sını ve Harry Potter’ın ilk kitabını aldım Toronto’daki son Fransızca kitapçı Libraririe Champlain’den (bir yıl sonra kapandı). Ama à l’école des sorciers’i de la prochaine fois’yı da hemen okumadım. Kayıtlarıma göre ilk okuduğum kitap 2009’da Montreal’den aldığım Lucie Pagé adlı bir kadının Güney Afrika’da Mandela’nın yönetime geldiği yılları anlattığı Mon Afrique adlı anı kitabı. İkinci bitirdiğim kitap Marc Levy’ninki olmuş. Artık Türkiye’ye geri dönmüştüm. 2010 yazındaydık. Sabancı Üniversitesinde iki Fransızca dersine katıldım, Fransız liselerinden mezun olmuş öğrencilerle birlikte. Sonra yasaklandı bu nedense.

    Son yıllarda 38 kitap daha bitirdim Fransızca (sayerken Zweig’in Marie-Antoinette biyografisini raflarda göremedim, malını kaybetmekten hoşlanmayan biri olarak arama yapınca kullanılmayan bir çantadan bitmemiş bir parfümle beraber çıktı). İstanbul’da böyle kitaplar bulmak çok zor olduğu için yurtdışına çıktığımda her kentten bir iki Fransızca (yeni yeni Almanca da) kitaplar (duty-free’den de parfümler) alıp getirmeye başladım.  Bazılarının Türkçe çevirisi henüz  olmayabilir.  Örneğin Katalunya’dan Juan Marsé’nin Teresa l’après-midi’si, İsveçten Stig Dagerman’ın L’enfant brûlé’si gibi Fransızcaya çeviriler; ya da Modiano’dan Les boulevards de ceinture ve Houellebecq’ten  Soumission gibi doğrudan Fransızca yazılmışlar. Bazıları hakkında da daha önce yazdım (Kenizé Mourad, Albert Kant, Bilge Karasu).

    Kitap okuma hakkında düşününce bir iki soru daha beliriyor. 40 kitaptan sonra, her kitap bitirişteki mutluluk her yeni kitabı açacakken hâlâ bir endişeye neden oluyor, tıpkı spor salonunda yaklaşık altı hafta süren her 24’lük egzersiz programının bitiminde aldığım yeni programa baktığım anda duyduğum gibi. Yeni kitap beni sürekli elime alıp bıraktığım Yourcenar’ın Mémoirs d’Hadrian’ı gibi zorlayacak mı (bu sefer de Eduardo Mendoza’nın Une comédie légère’ini okuyacakmışım gibi duruyor)? Her yeni Fransızca kitap, her yeni egzersiz programı gibi, çalışmak demek, zevk almaktan çok. Yine âşina olduğum sözcüklerin anlamını öğrenmemiş olduğumu ayrımsayacağım, yeni sözcüklerin anlamına bakmalı mıyım diye kendimi sorgulayacağım, ara sıra kitabın Türkçe veya İngilizce çevirisine bakıp doğru anlamış mıyım bu cümleyi dediğimde, bazen anlamına bakmadığım bir sözcükten bazen bilmediğim bir kalıptan dolayı, yaratıcı yorum/çevirimin beni ne kadar uzak bir anlama savurmuş olduğunu göreceğim.

   Peki kaç kitap daha okursam İngilizce kitapları anlama düzeyine ulaşırım? Bu soru aklıma, Türkiye’deki üniversiteliler İngilizce kitap okuyor mu’yu getiriyor. 20 yıl önce kitapçılar göverirken her yerde, İngilizce kitap filan satılmazdı yine de. Şimdi belli başlı kitapçılarda en çok satan İngilizce kitaplar köşesi var. Ama ben üniversite hocaları dışında bunları kimlerin okuduğunu merak ediyorum, çünkü okunduklarını görmüyorum. Ben Alper ve Hakan’ın biraz da Bilkent kütüphanesi sayesinde, Catcher in the Rye, A Passage to India, A Room with a View, adını ve içeriğini anımsamadığım Sommerset Mauhgam romanları vs okuyordum. Ama e-kitapları saymazsak buradaki kütüphanemde okunmuş duran 40 civarı daha İngilizce kitap var. Ankara’da 20 tane bırakmış olsam, Toronto ve NJ’de okuduklarım şu bu. 44 yılda 100 taneyi geçmiş miyimdir İngilizcede? Takarım şimdi ben bu konuya, saymaya başlarım.

   Hadi diyelim Fransızca çok varsıl bir yazın öneriyor bize, bu dilde yazılmış ünlü kitapları çevirilerinden okumak yerine doğrudan o dilde okumak adına bu dile yatırım yapılabilir. O zaman Osmanlıca öğrenme hevesim söner gibi oldu. Bir kentli Türk modası olarak da yükselişe geçmiş  Osmanlıcayı sırf âbide ve mezar taşları okumak için mi öğreneceğiz, geçmişi araştırmıyorsak?

    Son bir iki aydır artık kitap okumak yetmez dinlemeye geçmelisin dedim kendime. ABD’ye ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent gibi okullardan gelmelerine karşın İngilizcelerini yeterli bulmayan arkadaşlarımın TV izleyerek dillerini bayağı geliştirdiklerini biliyorum. Bu uygulamayı ben de Fransızcada deneyimlemeye karar verdim. Artık ne zaman yürüsem radyo (france culture başta olmak üzere) dinliyorum. Konu ilgimi çekmemişse, düşüncelerimi bambaşka yerlerde buluyorum. Ama kulağım terbiye oluyordur diyerek kendimi rahatlatıyorum ve aynı uygulamayı bu yıl yeniden el atacağım Almancada, Fransızcada olduğu gibi 10 yıl sonraya bırakmadan başlayacağım tembihini ediyorum kendime. Beatriçe sayesinde öğrendiğim  Hélène et les garçons adlı gençlik dizisine daha güzel bir şeyden haberim olmadığı için yemek yerken bakıyorum. Bir yandan da ABD’ye gitmeden önce İngilizce filmleri altyazılarıyla izlediğim aklıma geliyor (yine emin olmamakla birlikte) ve Fransa’da yaşamadan dinleme yetimin gelişeceğinden emin olamıyorum. İngilizcesi benimkinden daha iyi genç bir arkadaşımın iki yıllık Fransa yaşamından sonra Fransızcasının hâlâ pek de iyi olmadığı da aklıma geliveriyor. En sonunda işte, iyi olsa ne olacak ki, diyorum. Belki de tüm hobiler için sorulacak bir soru bu. Ayrı bir yazının konusu olmalı.

    Sonuçta Bonjour Tristess’i üniversitede İngilizcesinden okurken beni gören ve başlık aynı olduğundan Fransızcasından mı okuyorsun diye hayretle soran eski kız arkadaşım beni yıllar sonra aynı romanı Fransızcasından okumaya götüren yolu açmış olabilir. Ya da Beşir ve Hakan’ın, bu olaydan bir iki yıl sonra, Bilkent mühendislikte à la carte restorana girerken birbirlerine Fransızca bir iki lâf etmiş olmaları (2009’da Montreal’de Fransızca konuşmayacağım yemini eden Hakan’ı resepsiyonda Fransızca konuşmak zorunda bırakarak aldım öcümü, merak etmeyin). Ya da 2004’te Montreal’de, eşi Fransız olan hafiften çekemediğim Hollandalı meslektaşımın ve hariciyeci kızı sevdiğim meslektaşımın Fransızca konuşmalarından etkilenmişimdir.

     Gelelim Au revoir là-haut’ya. 1. Dünya Savaşı’nın bitimine bir iki gün başlayıp 1920’lerde biten, bir iki kişinin grift ilişkisini anlatan bir roman bu. Yakışıklı (ve soylu) olması dışında hırsları ve açgözlülüğüyle okuyucudan yazarın uzaklaştırdığı yüzbaşı mı asıl kahraman? O olmasa, biri yoksul diğeri hayli varsıl, iki askerin başlarına yaşamlarını kaydıracak inanılmaz şeyler daha ilk sayfalardan gelmiş olmayacak. O felâketlerden kurtulmaya çalıştıkça, belâları yüzbaşı karşılarına çıkıp duracak. Tıpkı Türk dizileri gibi. Yüzbaşı varsıllaştıkça, onu sevmeyen varsıl kayınbabasına sevgimiz artacak. Çünkü duygularını hep yaşamamayı tercih etmiş bu yaşlı kurt,  gey olduğu için savaş öncesi mesafeli olduğu yetenekli oğlunu savaşta kaybettiği için en sonunda sarsılacak ve hem varsıl hem dürüst hem baba hem güçlü olduğu için bizi kazanacaktır. O mudur yoksa romanın asıl kahramanı. Damadının hakkından gelecek midir? Bütün bunlar olurken, iki mağdur asker yedikleri silleden bir düzenbazlıkla kurtulmaya çalışır; yüzbinlerce şehidin mezarını yapacağım ayağıyla devleti dolandırmakta olan yüzbaşı ile yine yolları kesişir. Pek fazla Proust okumadım ama bu kitap bana onu düşündürdü ve kahramanları hep 19. Yüzyıl sonu giysileriyle tahayyül ettim. (Nazilerden kaçan Viyanalı annesinin “Nasıl Fransızca öğrenmezsin! Proust’u İngilizce mi okuyacaksın!” diyerek azarladığı doktora hocalarımdan birinin etkisiyle de bu istikâmette ilerliyorumdur belki de). Kitabın sonunda niye aşkım azaldı? Onu da siz okuduğunuzda, bense hâlâ bir şeyler anımsıyor olursam söylerim. Ama söz yabancı dil konusuna yeniden geleceğim, arayı da çok uzatmadan.

 
Toplam blog
: 19
: 865
Kayıt tarihi
: 11.06.12
 
 

Sabancı Üniversitesinde Endüstri mühendisliği dersleri veriyorum. ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara