Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Nisan '14

 
Kategori
Öykü
 

Freud ve çocukluğum, gençliğim ve Erkin Koray

Freud ve çocukluğum, gençliğim ve Erkin Koray
 

DÜŞÜNCENİN DERİN DEHLİZLERİ


Ben kapkara doğmuşum dostlarım. Kaaapkara… Yani öyle böyle değil. O günün gecesinde gökyüzü renginden utanmış, sabahı alelacele eylemiş. -Elleri kesercesine soğuk- şubat ayının tek tesellisi kömür topakları, hışımla sobalardan fırlamış. Efsaneye göre beni ilk gören teyzemin o an taş kesildiği, amcazâdemin ve sevgili biraderiminse bir müddet gözlerine perde indiği, ancak 2 gün sonra bu kısa süreli âmâlıktan kurtulabildikleri söylenir! Bu mucize bebeği görebilmek için hanemizin kapısında sıra olunduğu, hatta içeri giremeyenlerin küçük çaplı isyanlar başlatarak ortalığı velveleye verdiği de bizzat dedemin tezkiresinde rivayet edilir…


Gel zaman git zaman büyümüşüm, her sağlıklı insan evladı gibi. Ve üzerimden geçen her sene, bir ton bir ton açmış kömürî tenimin rengini. Ve tenim açıldıkça da buna doğru orantılı olarak gözlerim açılmaya başlamış hayatta. Kaos ve karmaşanın zerre eksik olmadığı, komşunun komşuya korkarak baktığı, bazı sabahlar ansızın bahçe avlunuzda tehdit içerikli kağıtlar bulduğunuz, en ufak bir olaya bile tar tar tar tar helikopter sesleri eşliğinde müdahale edildiği, dış kapıdan işe gitmek için çıkan babanızın ardından patlayan bir silah sesiyle, annenizin “aha gitti adam” diye artık neredeyse böyle bir vak’ayı bile soğukkanlılıkla karşılayabileceği, küçük, şirin(!) bir mahallede geçmek nedir bilmemiş ilk çocukluğum.

Bir şubat çocuğunun ayağı, asla kızgın yaz güneşiyle kavrulmuş asfalt sokakta yürürken yanmaz canlarım. Bilmiyorum, belki de yanar. Ama benimki yanmadı. O sebepten böyle tırt bir çıkarımda bulundum, canınızı sıktıysam affola! Annemin pazardan aldığı o mavi çift şeritli, üzerinde iki tane siyah şerit tokası bulunan hasır üstü terlikleri giymeyi de severdim. Ancak asfaltın ayaklarımın altına verdiği ısının bir nevi termal şifa kaynağı olduğunu düşünüp, yalınayak dolaşmayı daha makul bulurdum uzun, dar ve köhne sokak aralarında.. Arkadaşlarımla aramda kocaman bir etnik duvar vardı. Ama bütün bunları büyüyüp şu yaşıma gelince öğrendim. Çünkü o zaman umrumda bile değildi. (şimdi de değil tabi ) Seviyordum ben Gök Memmeti, Vali’yi, Alo’yu. Aynı parkta oynayan, birbirine düşman ailelerin sıkı sıkıya dost çocuklarıydık biz. Alo temmuz doğumluydu ve yazın çıplak ayakla asfalta basamazdı. Ee bu da hayattaki ilk bilimsel(!) sosyolojik(!) tespitime pekiştireç olmuştu.

Kendi aramızda çeşitli inançlar ve ritüeller de geliştirmiştik. İnancımıza göre kışın ve güzün sokak aralarındaki, -tıkanmış lağımları açmak için kepçeyle deşildiğinden sonradan çöküntü kalmış- kraterlerde biriken yağmur sularından üçer avuç içmeliydik. Bunu bir sokakta dahi aksatırsak, içimizden birinin hemen o akşam Allah baba tarafından gökten indirilen bir çeşit cismani varlık tarafından kaçırılacağına ve uyuz bir sokak köpeği şeklinde tekrar gönderileceğine inandırmıştık kendimizi. O sokaktaki birikintilerden su içme zorunluluğumuzu da yine böyle ilahi bir sebebe dayandırmıştık. Onlar, Allah’ın banyo yaparken yeryüzüne sıçrattığı su taneleriydi. Böyle bir kutsiyet bahşettiğimiz yağmur taneleri, içtikçe bizi dünyanın en güçlü çocukları yapacaktı. O sebepten de içip içip sağa sola sataşırdık !

***

Tüm dünya psikologlarının, psikiyatrların, ve dahi Sigmund Freud’un bile üzerine kafa patlatarak, insanın bütün yaşamını doğrudan etkilediğini varsaydıkları ve her seferinde oraya inmek için bin türlü taklaların atıldığı, üzerine de psikoloğunuzun yol ücretini sizin karşıladığınız, o meşhur çocukluk dönemim böööyle bööyle böyle geçip gitmişti. Bense biraz daha büyüyüp de o yaşıma gelene kadar hep şunu olacağım, bunu olacağım dediğim ideallerimin hiçbirinde herhangi bir çizgi tutturamayınca; (ticaret, esnaflık, savunma ve saldırı sporları vs) ve çeşitli sakatlık, talihsizlik gibi kendi inisiyatifim dışında gelişen sebepler de buna eklenince, artık kendimi ilime, irfana, kitaplara ve düşüncenin o sevimsiz ancak çekici alemine bırakıp gideyim diye bir karar aldım kendimce. Değil tabii ki de, etraflıca. Çünkü bana kalsa bunlar hayattaki en gereksiz unsurlardı, ki aslında itiraf etmeliyim, hâlâ da öyle.

Başarılı sayılabilecek, ancak istikrarsız bir eğitim hayatı sürecim oldu. Çünkü okula karşı bir noktadan sonra anlamsız bir şekilde anarşik düşünceler beslemeye başlamıştım. İlköğretim hayatı boyunca bulunduğu şehirdeki (Türkiye’nin 4. Büyük şehri) en başarılı ilk 10 öğrenci arasında gösterilme şerefine nail olarak, evine kadar belediye başkanından plaket gelmiş ben, henüz ilköğretim 7’deyken bütün dünya klasiklerini tam metin halinde yalayıp yutmuş, artık Türkçe Öğretmeni Cebrail Akbayır’ın kitap yetiştiremediği, Sosyal Bilgiler öğretmeni Halil Aydın’ın, yazılısında ezbere çizdiği dünya haritasıyla türlü övgülerine mazhar olan ve hafızasına kazınan ben, bütün bu başarı sarhoşluklarıyla başladığım lise hayatımda anlamsız bir bilgi küçümsemesine, daha da kötüsü bilgiye, eğitilmeye ve öğretilmeye yabancılaşma sürecine girmiştim. Tanıdığı, tanıyan tüm çevresince, âdeta deha, süper zeka, "Allaam esirgesin" olarak adlandırılan ben, liseyle beraber müthiş bir sorgulama ve buna bağlı olarak soğuma, ardından da siktirolma dehlizine girmiş bulunuyordum.

Engel olunamayan, müthiş bir düşüş grafiğiydi bu. Artık ok yönü pozitif sayılar çizelgesini de delip geçmiş, eksiler kutbunda hızla aşağılara doğru ilerliyordu. İlk yazıldığım mahallemin lisesine bile ancak 3 hafta tahammül edebilmiş (daha doğrusu edilebilmiş), "e böyle olmayacak bari uzak bir yere yazılalım" diye ilk dersine yetişebilmek için sabah ayazıyla yollara düştüğüm 2. Liseme yazılmıştım. Ve burada hayatımın dramını yaşadım. Üstte adını zikrettiğim bu hayatımın en önemli 2 hocası, branşları gereği atandıkları bu yeni lisemde de karşıma çıktılar. Ve -ne yazık ki- dibe vuruşumun canlı birer şahidi olarak…

Hayatım boyunca mahalle baskısı denen şeyden fellik fellik kaçan bir birey olmuştum dostlarım. Kimin, hakkımda ne dediği her zaman umrumda oldu. Söylenen güzel şeylere şımarmamak alışkanlığım olmuş, zaten çok küçükken tatmin olma kotasını dolduran egomun kılını bile kıpırdatmaz hale gelmişken; kötü şeyler koca bir kis gibi, ur gibi içime oturmuş, canımı acıtmıştı. Özellikle ailemin bendeki farklılaşmayı bir türlü hazmedemeyişi uykularımı kaçırır hale gelmişti. Mideme kramplar giriyor, başım dönüyor, onlara kendimi ıspatlamak amacıyla kurduğum her çarkın farklı bir dişi dökülüyor, elimi ayağımı birbirine dolaştırıyordu. Aslında ailemin benden hiçbir zaman büyük bir beklentisi olmamıştı. Sadece kendimi kurtarmamdı arzuları. Lisenin hemen akabinde bu sebeple zorla soktuları devlet memurluğu sınavından astronomik bir puan alıp da, buna rağmen onların istediği memuriyet etiketini üzerime yapıştırmayı reddedince, ebeveynlerim de benden yavaş yavaş ümidini kesmişti bile. Çünkü öncesinde güç bela bitirdiğim, sonrasında girdiğim sınavlara sistem gereği eklentisel olarak bir katkısı olamayacak lisemin, beni bir şey yapacağına da inançları kalmamıştı.

Salondayken üzülmeyin diye arkanızda olan, ancak yatak odasında dedikodunuzu çeviren bir çift ebeveyn, insanın, bu en kritik döneminde duymaması gereken en büyük unsurdur aslında. Ailem bunu yaptı mı bilmiyorum ama, hep bunu mesele haline getirdim. Yani öyle olduğundan kıllandım.

Sanırım Freud haklıydı…

Bütün bu saplantılarla lise bitmişken, kendim bile bu şartlarda hâlâ nasıl kazandığıma şaşırdığım üniversitede buldum bir anda kendimi. O âna kadar ilgilendiğim tek güzel şeyle ilgili bir bölüm okuyacak olmak bana bir güç zerk etmişti yeniden. Ve benim için artık yaşanmaz hale gelen bir şehirden kaçmanın dayanılmaz hazzı… Gerçi bir kere, bir seneliğine bunu denemiştim, ama sonu daha da hüsran olmuştu. “Umarım bu sefer işe yarar”larla çıktığım ilk yolculukla beraber, başlamadan bitirme fikri beynimin surlarını aşmış, içeride binbir güçlükle yeniden inşâ ettiğim fikir sarayımı kuşatmıştı bile.

Sahtekâr bir palyaço gülümseyişi sergilediğim bu şehri yaşanılabilir kılmak için yaptım tüm eylemlerimi. 3 sene boyunca kalp kazandım, kalp kırdım, dostlar edindim, elimden geldiğince son raundunda dövüştüğüm ringden kaçmamaya gayret ettim. Başıma ne getirdiyse sebebi bulduğum (çevremce dahiyane bulunan) kurnazlığımı bir kenara bıraktım, saf duygularla ördüm insani ilişkilerimi. Dünyaya gelir gelmez gördüğü ilk 1000 insanın asık suratlı oluşunun karşıt tepkisiyle, biraz da tebessüm eden çehreler görmek için kullandım zekâmın yüzde 90’ını. Geri kalan yüzde 9’unu bir takım boş işlere, yüzde 1’ini ise beni müthiş derecede hayal kırıklığına uğratan müfredatıma ayırdım. Ve artık gitmek istedim…

Bir defa daha uykularımı kaçıran, beni dünyadan soyutlayan gitme fikri belirmişti beynimde. Yine, yeniden başka bir coğrafyaya, bambaşka bir hayata gitme arzusu… Sebepler ürettim kendimce. Artık buralarda bir anlam ifade etmediğimi, çevremdeki en yeni yakındaşlarımın , beni tanıdıkları en güzel halimi suistimal etmeye başladıklarını ve bayağılaşan muhabbet eksenimin, beklemediğim zihinlerde gördüğüm beklemediğim atraksiyonların artık burayı da çekilmez hale getirdiğini düşünmeye başladım. Bunun için, gitmek için, önümdeki tek yolu denedim. Beni tutup da bambaşka bir diyara, bambaşka insanların arasına, bambaşka bir şekilde atabilecek tek yolu… Sonuç itibariyle ön başarıyı elde etmiştim. Ancak vesileler dünyası buna izin vermedi. Bir el tuttu elimden ve aldığım kararın üzerini çizdi. Dur dedi, dur!

Durdum…

***

Sıcak bir eylül sabahı doğduğum evi görmek, o mahalleyi, o insanların geride bıraktıkları kalıntıları içime içime çekebilmek için yollara düştüm. Çıkarken tekerleğimizin son 360 derecesini döndüğü sınırdan, ilk adımımı attığım an yine mideme kramplar girdi.

Gerçekten Freud haklıydı…

Her şey bıraktığım gibiye yakın bir dizilişteydi gene. Top sahası, canlı tavuk satan kulübe, Vali’lerin evi ve doğduğum ev... İkinci katını çıkmışlardı bir tek. Rengi bile aynıydı. Soluk fıstık yeşili… Küçükken yalınayak aşırdığım sokağımdan caddeye ayağımdaki pahalı spor ayakkabılarıyla dönmek üzereydim ki, içinde adım geçen bir bağırtının arkamdan seslendiğini duydum. 

Tanıyamadım. Yanıma yaklaşıp boynuma atladı. Mehmet’ti. Gök Memmet. Gözleri gök gibi mavi Mehmet. Kıskandım. Çok yakışıklı olmuştu. Gülmesi, heyecanı kesilmeden, soluk soluğa konuştu benimle.

Uyuşturucudan içerdeymiş 3.5 senedir. Yeni çıkmış, iş arıyormuş. Vali’yi sordum. Daha içeri düşmeden kaybolduğunu duyduğunu, bir daha da haber alınamadığını söyledi. Alo’yu sormaya cesaret edemedim. Son bir kez sarıldık ve acil gitmem gerektiğini söyledim.

Kulaklığımı taktım. Erkin Koray söylüyordu..

Öyle bir yol tutmuşum ki sorma.. İnandım ki sevince vardır dünya.. Sevincedir günlerin bir başka.. Durma dostum sen de yer ver aşka.. Sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan…

Freud haksızdı…

Erkin Koray haklıydı…

NAİM KAYA

 
Toplam blog
: 16
: 419
Kayıt tarihi
: 11.12.10
 
 

13 Şubat'ı Sevgililer Günü'ne bağlayan gece Adana'da Dünya'ya burnumu soktum. 2008'den itibaren S..