- Kategori
- Aşk - Evlilik
Gardiyan gölgeler...
Şömine önünde biri, kaldığı sessizlikte esir gibi hissetti kendini. Çevresinde yalnız olmadığını hissettiren alevlerin gölgeleriyle, baş başaydı. Ama o gölgeler onun gardiyanlarıydı sanki. Gardiyanlar arasında ateşin önünde bir mahkûm, yalnızlığını alevler arasındaki şekillerle avutuyordu. Karanlıktaydı, gözleri baktığı o ateşin havıyla parlaması gerekirdi ama o sanki ateşin içindeydi. Çok önceden alevsiz yanmıştı yüreği. Şimdi ise gözlerini alevlerle kör etmeye çalışıyordu, göz göze kaldıklarıyla. Dalan gözleriyle, yüreği yanmış olana vız gelir dedi iki kıvılcım. Ateş basmıştı yine ruhunu. Hissetti ve söylendi; demek hala ruhum varmış. Ruhu olan ve içi ateşsiz yanmış, dışı alevlere yakın bir adam gardiyanları olan alev gölgeleriyle baş başa, gözleri bazen gölgelerde bazen gölgelerin sahipleriyle göz göze. Kendine yandığı geçmişe ve keşkelere esir olduğu o akşam, o odada hesap sormak istedi. Karşısında ateş ve düşüncesinde o ateş içinde yanması gereken hayalindeki resimler vardı. Yakmayı düşündüğü elinde kalan ama hayal olmayan o son fotoğrafın çekildiği güne gitti, yaşanmışlara daha sonra yürekte yanmış olanlara uzandı.
***
Deklanşöre bastığı an esasında sürekli yaşadığı andı. Sürekli gördüğü dünyanın en güzel yüzünün fotoğrafını neden çekmişti o gün? O en güzel gülen kadının gençliğini ilerde hatırlamak için mi? Ama yaşlılığında da şimdiden daha güzel olacağını bildiği ve onunla yaşlanmak için dua eden, neden böyle bir resim çeksin ki? Neydi, yakaladığı poz onda sürekli görmek istediğimiydi yoksa? Ama her anı ayrı bir güzelliği olana tek poz yeter miydi? Neydi ve neden bu tek kare kalmıştı elinde, sakladığı? Ve yakamadığı…
***
Alevler sardı duygularını. Ağlayamadı, hiç ağlamadı zaten korktu gözyaşlarından, yanmak istediği ateşi söndürürler diye. Sadece derin bir nefes aldı ve verdi. Alevleri çoğaltan gardiyanları hareketlendiren bir nefes oldu.
Ve nefes alamadığı o zamanı hatırladı. Saniyelerin asırlar olduğu, zamanın ilerlemediği, yutkunacak bir şeyin olmadığı; kuru bir boğaz, kuru dil, kuru damakla, kuruyan bir adam gibiydi o an. Beynine sitem etme zamanıydı. Beynine; kulağı duysun diye açmış ama ses tellerine sus emrini verdiği ve bir asır gibi hissettiği o konuşamadığı birkaç dakika için sitem etmeliydi. Ve sonrası sorgulama zamanıydı; “değer verensem değeri hak eden o ise; iyide beni değersiz yapan ne?”, ”Değer vermekte haksız mıydım, haklıydım” dedi adam kendi kendine. Haklıydım dedi; “sevdiğine değer vermeyen mi var?”. Ama değersizmiş hiç diyemedi ona, kabullenemedi, işte esareti buydu alevlere bakan adamın. Değersize bir türlü değersiz diyememeydi gölge gardiyanların arasındaki mahkûmun. İtiraf etse ateş sönecekti ama o resim olduğu sürece itiraf olamazdı…
İşte o pozu çeken değil de çektirendi, ıstırap veren. Hatırladı o anı, demişti çektiren; çeker misin bir kare ve yalnız. Diğer bütün resimlerde ikisi vardı ama bunda tekti, çektiren. Yine gülüyordu o resimde de. Gülüşün yaz mevsimini ve çocukluğumu hatırlatıyor, senden önce mutluluğu hatırladıklarım; biri çocukluğum diğeri yaz ayları demişti. Neler demişti; nefesin bazen poyrazı, bazen meltemi… Konuşman bazen dalga sesi, bazen martı sesi… Bakışın sabah güneşi ve yelkenler arasındaki mehtabı… Yaşatana yaşadıklarını söylemişti.
Ama sonrası; gidişi karayel gibiydi çektirenin. Giderken o, bir ıssız adada ki lambası sönmüş bir deniz feneri gibi kalmıştı adam.
Ve alevlerin gölgeleri olan gardiyanlar arasında, ateşe bakan adamın gözleri de ateş gibi olmuştu. Elindeki resme baktı, gözlerini yumdu. Gözlerini tekrar açtığında alevlerin azaldığını fark etti, gardiyanlar kayboluyordu.
İki odun daha atıverdi ateşe, mahkûm kalmak isteyen adam.