Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

GARİBAN

GARİBAN

Ne kadar düzenli, tertipli olsam da bazen odanın duvarları üzerime yıkılacakmış gibi gelir. Böyle zamanlarda apar topar giyinir, yanıma okuyacağım bir kitap alır, evden birkaç saatliğine dışarı atarım kendimi…

Gidip bir kahveye oturmam. Param yok değil, var ama kafede gürültüden rahat kitap okunmuyor, hele de gençler çoğunluktaysa, şamatalarından kahveye oturmamla bir çay içip kalkmam bir olur. Yanlış anlaşılmasın onların şamatalarına kızmam ama daha sakin bir ortam aradığım için kendimi, rahatsız edilmeden kitap okuyabileceğim bir yerlere atarım. Bu günlerde gençler arasında moda oldu nargile içmek. Yakınından geçerken dikkat ediyorum nargile kahvelerinde, kızlı erkekli bir sürü özenti genç, nargilelerinin marpucunun ucundaki sipsiyi dayamışlar ağızlarına çek babam çek, ne bir sohbet, ne de bir muhabbet… İçerisi oturup kitap okunamayacak kadar dumandan sis. Sahildeki çay bahçeleri de açık mekân olup, çayın ve kahvenin yanında bolca sigara içildiğinden bana uygun yerler değil. Bu yüzden genellikle sahil yolunun karşısına geçip gayet güzel düzenlenmiş deniz kıyısında boş bir banka oturup hem deniz havası alır, hem de yanıma aldığım kitaptan birkaç bölüm okurum.

Yazın gelmesiyle beraber sahilde yürüyen insanların sayısı da arttı. Kimileri çocuklarını gezdirmeye çıkıyor, kimileri torunlarını. Kimileri eşiyle, çocuklarıyla, sevgilisiyle sarmaş dolaş aheste yürüyor. Kimileri çimlerin üzerine örtü yaymış üzerinde piknik yapıyor. Kimileri de boş bankların üzerine oturmuş çiğdem çitliyor. Her iki yüz metrede bir çay, kahve ve su satanlar olduğu gibi, akülü, üç tekerlekli bisikletinin arkasında çerez, çay, kahve, su satanlar da sahil boyunca dolaşıp müşteri arıyorlar. Ellerindeki kamış oltaları denize sallayan amatör balıkçılar ise bu Güzelyalı sahilinin yaz kış değişmeyen müdavimleri...

Görmekten hiç hoşlanmadığım görüntüler de olmuyor değil sahilde… Restoranlarda, birahanelerde içmek yerine, bira şişelerini yanlarına alıp soluğu sahilde alıyor bazıları… Ve içtikleri şişeleri de olduğu yerde bırakıyor, çöpe dahi atmıyorlar. Bunu yapanlar 3-5 kişilik bekâr meclisleri. Gerçi nadir de olsa kızlı erkekli bira içenleri de görmüyor değilim. Onlar da çoğu zaman şişeleri içtikleri yerde bırakıyor, çöpe atmak zahmetine dahi katlanmıyorlar…

Birkaç kez aklıma geldi polis çağırayım diye ama polis çağırmayı gerektirecek bir taşkınlık yapmıyor kimse. İçip içip kimsenin karısına, kızına laf atmıyor, nara atmak bir yana, yüksek sesle dahi konuşmuyorlar. Bir kenarda biralarını içip, sohbetlerini yapıp çok da geç vakit olmadan evlerine gitmek üzere dağılıyorlar.

Bu akşam da saat on buçuktan sonra canım çok sıkıldı. Kendimi sahile attım. Aydınlatma direğine yakın bir bankın üzerine oturdum ve başladım okumaya. Hava çok güzeldi. Hafif rüzgârıyla, şehrin üzerinde yoğunlaşan nemi arkasına alıp uzaklara taşıyordu. Bir müddet sonra ilerideki bir banka iki üç genç oturup yanlarında getirdikleri biraları açıp içmeye başladılar. Arada bir göz ucuyla onlara bakıyordum, ikişer şişe bira içtikten sonra kalkıp gittiler. Biraları da olduğu yerde bıraktılar. Daha sonra yanımdaki banka oturdu iki kişi, beni rahatsız etmemek için oldukça kısık sesle konuşuyorlardı. İkişer bira içtikten sonra onlarda kalktı. Söz birliği etmişçesine onlar da bira şişelerini bankın üzerine bırakıp yürümeye başladılar. Yani o kadar sinirlendim ki arkalarından, “Bakar mısınız!” dedim, “Neden bira şişelerini bankın üzerinde bırakıp gidiyorsunuz, o banka başka insanlar oturmayacak mı!” dedim sinirli sinirli. Hiç cevap vermeden bankın üzerindeki bira şişelerini -iki adım ötedeki çöpe atmak yerine beni zıvanadan çıkarmak için olsa gerek- bankın altına koydular ve çekip gittiler.

Önceki geldiklerimde saat en geç on bir buçuk gibi dönüyordum eve, Ama bu gün hava güzel olduğu için ilk kez saat bire kadar oturup kitap okudum. Bu arada bir sürü oturup kalkan oldu etrafımdaki banklara. Kimileri çiğdem çitledi, kimileri bira içti ve yine şişesini orta yerde bıraktı.

Kitabımdan, kaldığım yerden itibaren üç dört bölüm okudum. Artık gözlerim yorulmuştu, kaldığım yere ayıracı koyup kitabı kapadım. Yakın gözlüğümü çıkarıp uzak gözlüğümü takınca etraftaki bira şişelerinin görüntüsü saçlarımı diken diken etti. “Bu böyle olmayacak.” dedim kendi kendime. “Bu durumdan şikâyetçi olmalıyım.” Dedim ve telefonuma sarıldım. 154 ü tuşladım ki elinde kocaman bir beyaz poşet torba ile, ince yapılı, saçları epey uzamış, üzerinde enine lacivert, kırmızı ve beyaz çizgili, lacivert kumaş pantolonlu, ayağında biraz eski siyah iskarpinleriyle altmış, altmış beş yaş civarında olan bir adam geldi ve şişeleri büyük beyaz poşet torbasının içine toplamaya başladı. Şişelerin yanında teneke bira kutularını da önce yere dik koyup üzerine ayağıyla sertçe basıp ezdikten sonra topluyordu. Telefonu kulağımdan indirip adama, “Kolay gelsin.” Dedim. “Sağ ol abi.” Dedi.

“Ne yapıyorsun o şişelerle teneke kutularını?”
“Satıyorum abi.” 
“Kime satıyorsun?”
“Şişeleri büyük marketler alıyor ama günde elli taneden fazla almıyor. Teneke kutuları da şu ilerde alan var ama o bir buçuk lira veriyor. Bu yüzden ben Basmane tarafına götürüyorum, orada kilosuna iki buçuk lira veriyorlar.”
“Nasıl, kazanabiliyor musun bari?
Şişe toplamayı bırakıp, sanki kokusundan rahatsız olmamam için oturduğum baka değil de yanındaki banka oturup cevap verdi;
“Günde 50 şişe yirmi kuruştan on lira ediyor, teneke kutuları beş kilo anca toplayabiliyorum. O da kilosu iki buçuk liradan on iki buçuk lira. Günde en çok yirmi, yirmi beş lira kazanabiliyorum.”
“Yetiyor mu?”
“Yetmiyor, sigara, yemek, ufak tefek masraflar derken bir şey kalmıyor ama ne yapalım.”
“Nerede yaşıyorsun, evin nerede.”
“Evim Manisa’nın bir köyünde. Annem babam sağ, git çalış kendi paranı kazan diye evden attılar beni. İkisi de Almanya’dan emekli. Ben aslında rençperim, eskiden babamın bağ bahçe vardı hepsini sattı yedi, bana bir şey bırakmadı. İzmir’de yatılı rençperlik işi de bulamadım.”
“İzmir’de nerede oturuyorsun.”
“Evim yok, şu ilerideki parkta bankta yatıyorum. Üç tane battaniyem var, birini altıma seriyorum, diğer ikisini üzerime örtüyorum. Bazen karşı apartmandan yemek verirlerse sulu yemek de yemiş oluyorum. Değilse kendim zeytin peynir ekmek alıyor, onunla idare ediyorum.”
“Kışın nasıl yattın parkta?”
“Kışın parkta yatmadım, ilerdeki üniversite hastanesinin kantininde yattım, benim gibi birkaç gariban daha vardı yatan, kış akşamlarını hep orada geçirdik.”
“Evli değil misin?”
“Evliydim, eşim altı sene önce kanserden öldü.”
“Çocukların var mı?
“Bir kızım var, evli, Çiğli’ de oturuyor. Ara sıra gidip bir iki gün kalıyor banyo yapıyorum. Çok kalıp da rahatsız etmek istemiyorum.”
“Kızının haberi var mı parkta yattığından?”
“Yok, söylemedim üzülmesin diye?”
Üç tekerlekli çaycı geçiyordu işaret ettim, “Bize iki çay!”
Cebimdeki yirmi lirayı çıkarıp çaycıya parasını ödedim. Sohbete bir müddet daha devam edip,
“Temmuz Ağustos sıcaklarında bakarsın ben de battaniyemi alıp sana misafirliğe gelirim.” Dedim.
Güldü,
“Gel beklerim, başka bank da var orada yatacak ama benim ikram edecek ne çayım var ne de kahvem.” Dedi.
“Olsun, canın sağ olsun.” Dedim.
“Ben artık kalkayım, toplamaya devam edeyim.” Dedi.
Elimdeki paradan on lirayı ona uzattım, “Al.” Dedim. Almak istemedi. Israr ettim; “Seni çok lafa tuttum, senin toplayacaklarını başkaları topladı. Bu geceki şişelerden kazanacağın yevmiyeye benim de katkım olsun.”deyip zorla verdim. 
Diğer şişeleri de torbasına koyup adım adım toplamaya devam ederek gözden kayboldu… Öyle gariban bir hali vardı ki nasıl anlatayım…

Hiç farkında değilim, polise telefon açtığımı unutmuşum. Cep Telefonumdan sesler geldiğini işitince, kulağıma dayayıp,

“Alo, kimsiniz?” Dedim. Karşıdaki polis, bir beyefendi ağzıyla sesini yükseltip,
“Hem 154 e telefon açıyor, hem de konuşmuyorsunuz. Neden polisi rahatsız ediyorsunuz?!” diye azarladı beni. 
“Özür dilerim.” Dedim. “Ben telefon açmadım. Telefon kendi kendine çevirmiş. Gerçekten çok özür dilerim memur bey, ben bu akıllı telefonlara bir türlü alışamadım, çok af edersiniz efendim.” deyip usulca telefonu kapattım…

Adnan Şişman,
18 Mayıs 2015, Pazartesi, 04.10, İzmir

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..