Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '16

 
Kategori
Öykü
 

Göçe göçe- Ninem kurşun döküyor-43

Göçe göçe- Ninem kurşun döküyor-43
 

 Çerkezköy tarafından “trik trak, tak tak, trik trak tak tak” diye gelen tren raylarından çıkan sesi duyuyorum. Tren Kızılpınar'dan geçerken ses şiddetleniyor, Çorlu tarafına doğru gittikçe de hafifliyor ve sonunda hiç duyulmaz oluyor. Sesi duyan ninem:
-Ö(ğ)len moto(r)lusu geçti, biz (h)ala ba(h)çedeki misiri çapalayamadık!
Diye yakınmaya başladı.. Kızılpınar'dan, derenin öteki tarafındaki demiryolundan geçen trenlerin raylarda çıkardıkları ses ve düdükleri duyulur. Eskiden sadece kara tren varken, şimdilerde bir de motorlu tren dediklerinden sefere konulmuştu. Motorlu tren, otobüse çok benziyordu, daha hızlı gidiyordu, düdüğü otomobilinki gibi ses çıkarıyordu, üç vagonu vardı ve içindeki oturma yerleri aynı otobüsteki gibiydi.; oysa karatrende ikinci mevkiide yani kuşetlide giderseniz sekiz kişilik kompartımanlarda oturmanız gerekirdi. Ayrıca üçüncü mevkii de vardı ve buranın oturma yerleri tamamen tahtadandı. Karatren bir istasyonda duracağı zaman ya da hareket ettiğinde, eğer boş bulunursanız bu tahta oturma yerlerine başınızı çarpabilirdiniz. Defalarca bu başı vurma olayını yaşadığım için, verdiği acıyı da çok iyi biliyorum. Yataklı vagonlar ise birinci mevkii kabul edilirdi. Bizim gibiler birinci mevkiinin sadece adından haberdarız; nasıl bir yer olduğunu bilmeyiz. Karatrendeki lokanta için de aynısını söyleyebilirim.
 
Köyde saat, belki bir-iki kişide vardı. Zaman; ezanlara ve geçen motorlu trenlere göre ayarlanırdı. Edirne tarafına giden motorlu tren öğlene yakın, İstanbul tarafına giden ise ikindiden sonra geçerdi. İlk motorlu tren geçince kızanlar “Acıktık!” diye mızırdanmaya başlarlardı; ikinci motorlu tren geçtiğinde ise akşama çok az bir zaman kaldığı tahmininde bulunulurdu. İster motorlu tren, ister yolcu karatreni, isterse katar yani yük treni olsun; hepsi köyün tam hizasından geçerken mutlaka düdük çalardı. Çünkü Kızılpınar'dan derenin öteki tarafındaki tarlalara giderken kullanılması için, bir hemzemin geçit konulmuştu. Yani makinistler bu geçit öncesi düdük çalmak zorundaydılar. Her gün en az 2-3 tane de yük treni geçerdi. Bir keresinde, bu yük trenlerinden biri geçerken, demiryolu kenarındaki birkaç çocuğun bunları taşladığını gördüm. O sırada ninem de yanımdaydı ve onlara kızmıştı; ama çocukların umrunda bile değildi; belki de trenin gürültüsünden ninemin sesini duymamışlardı. Çocukların trenin kenarları açık olan vagonlarını taşladıkları dikkatimi çekmişti. Bu vagonlarda da şeker pancarı vardı. Alpullu şeker fabrikasına götürülüyor olabilirdi. Tren geçip gittikten sonra taş atan çocukların bazıları, rayların üzerinde bazıları da kenarında bir şeyler aramaya başladılar. İki çocuk ellerinde birer şeker pancarı ile görününce taşlama nedenini de anlamış oldum.
Hava sıcak. Sap tepesinin gölgesinde oturuyorum. Akiş,çoğunlukla yanıma gelirken, bugün gelmedi, ayatta gölgede dinleniyor. Yüzüstü yatmış, başını ön ayakları arasına koymuş; gözleri kapalı ama arada sırada açtığı da oluyor. Etrafta dört tavuk, bir horoz ve bir de kuvaçka var. Bunların hepsi evin çöplerinin atıldığı bokluk denilen yerde, yiyecek bir şeyler arayışında. Kuvaçka, “gut gut, gut gut” diye sesler çıkararak peşine taktığı altı civcive gagasıyla eşelediği yeri gösteriyor, yiyecekleri bulmaları için. Civcivler küçücük ayaklarıyla koşarak annelerinin peşinden gidiyorlar. Geride kalan da, kuvaçkanın çağrısına uymayan da var. Kuvaçka “gut gut” sesinin şiddetini aniden artırıyor. Bunu duyan civcivler, “cik cik” sesleri çıkararak annelerinin kanatları altına sığınıyorlar. Henüz gelmemiş olan iki civciv var, bunlar başlarını kaldırıp annelerinin mesajını dinliyorlar ve koşmaya başlıyorlar. Kuvaçka kızgın onlara, ama gene de kanatlarını kaldırıyor altına girmeleri için. Tavuklar ve horoz ortalıkta görünmüyorlar. Ne zaman ve nereye kaçtılar? Gökyüzünden bir siyah görüntü kuvaçkanın olduğu yere doğru süzülüyor. Bu bir kartal. Hemen hemen her tarafı kara, sadece bir kanadında benim elim kadar büyüklükte bir beyazlık gördüm. Önceden tehlikeyi sezen kuvaçka, altındaki yavrularını dışarda bırakmayacak kadar gövdesini kaldırıyor, kafasını gökyüzüne dikiyor. Kartal kuvaçkaya saldırıyor; kuvaçka da ona... Kartal birkaç kere daha aynı hareketi yapıp gökyüzüne havalanıyor. Biraz sonra, tekrar kuvaçkaya doğru süzülüyor. Olayı yattığı yerden izleyen Akiş, öncekilere ses çıkarmamış olsa da, bu sefer yattığı yerden kalkıyor, kuvaçkanın üzerindeki kartala havlayarak saldırıyor. Kartal, hiç beklemediği bu saldırı karşısında bakıyor ki pabuç pahalı; kaçıp gidiyor oradan. Kuvaçka yardım etti diye Akiş'e dostça yaklaşmıyor, içgüdülerinin etkisiyle ona da saldırmaya hazırlanıyor. Akiş, ona aldırmadan oradan ayrılıyor. Akiş yerine dönerken, ninem sesleri duyup dışarı çıkıyor. Kartalın piliçlere kapmak istediğini söylüyorum. Ninem:
-O namussuz, geçen gün zaten ikisini kaptı... Diyor.
Aklıma kartalların dışarıda beşiğinde uyuyan bebekleri kaçırdığı öyküler geliyor. Korkuyorum, vücudum titriyor “Ya, beni de kaparsa!” diye... Sonra, benim yaştaki bir çocuğu kaldırmaya gücünün yetmeyeceğini düşünerek, korkumu yeniyorum. Az önce saklanmış olan tavuklar görünüyor, arkalarında horoz var, kasıla kasıla yürüyor.
Bugün ninemin tavsiyesine uyarak, birkaç saat ayakkabısız yani yalınayak dolaştım avluda. O yüzden başıma gelmedik de kalmadı. Nineme göre, ayaklar da güneşten faydalanmalıymış. Kandisini yazın ayakkabılı hiç görmedim. Ayaklarının altı birkaç santim kalınlığında sert bir deri ile kaplanmış. O yüzden ona taş, diken v.s. vız geliyor. Benim, önce ayaklarıma üç tane sarı diken battı. İkisi sağ biri sol ayağıma. Bunlar ince dikenler; o yüzden kolayca çıkıyor ve fazla acı vermiyor. Ben bile çıkarabildiğime göre... Bir de kara çalı battı sol ayağıma. Acısından çığlık attım ve kıvrandım. Kocaman bir çalı... Ninem geldi çıkardı, rahatladım, ama yerinde az da olsa bir acı kaldı ve kanadı. Bunlardan başka tabii taş parçaları hatta sert toprak parçaları da üzerine bastıkça canımı acıtıyordu. Asıl korkuncu, tavuk pislikleri... Yürürken ayağımın biraz kaydığın, yumuşak bir şeye bastığımı farkettim. Baktım ayağımın altında sarı, yeşil karışımı cıvık bir madde var. Çok da pis kokuyor. Tekrar bastım çığlığı ve gene ninem yetişti; önce ayağımı çimenlere sürttürdü, sonra yıkadı; ayakkabılarımı da giydirdi. O da anladı ki benim yalınayak dolaşmam çok zordu.
Sarı inekle kara inek de dışarda; otluyorlar. Sözüm ona ben de inekleri gözetliyorum sebzelere zarar vermesinler diye. İşte kara inek üç-dört karış boyundaki mısırlara dalmış bile. Ninem bir görürse... Yandım! Ağzında birkaç tane mısır yaprağı var. Yerden küçük bir taş alıp atıyorum, tam isabet... Mısırlardan uzaklaşıyor, yanlarına gidip inekleri sebze ekili yerden uzaklaştırıyorum, taa Urumkuşa sürüyorum. Zaten az sonra da ninem geliyor ve hayvanları sayaya kapatıyor. Onlardan kurtulduğuma seviniyorum.
Mısır ambarının yanındaki büyük taşın üzerine oturdum. Tam bu sırada da demiryolundan İstanbul tarafına giden motorlu trenin çıkardığı sesler ve düdüğü duyuldu. Avludaki tokattan feraceli bir kadının girdiğini gördüm. Avluya girince feracesinin kapağını açtı, oysa beni görmüştü ama adetlere göre küçük çocuklardan kaçma yoktu. Genç, eli yüzü düzgün bir kadın. Onun girdiğini gören Akiş, sadece başını kaldırıp baktı, o kadar... Oysa avluya giren her yabancıya, mutlaka havlayıp saldırırdı. Demek ki geleni tanıyordu ki sesini çıkarmamıştı. Kadın:
-Aşşe abu, evde misin ma? Diye iki kere bağırınca, ninem dışarı çıkıp kadını içeri davet etti. Susamıştım, su içmek için ben de eve girdim. Ninem ve misafiri aşevinde hasırın üzerine oturmuş konuşuyorlardı. Kadın:
-(H)iç iyi dilim Aşşe abu. Başım a(ğ)rıya, gözlerim kararıya. Geçen Uzun(h)acıya gittim, ciletle dilimin altını kestirdim; gene fayda yok. Bana n'oldu? Bi bak, kurşun dök de...
Dedi. Ben, su içmeyi unutmuş onları dinliyordum. Kurşun dökme lafını duyunca da meraklandım; zaten onların benim varlığımdan haberleri bile yoktu.
Ninem, ocaktaki külleri eşeledi, sönmüş gibi duran üç kömürü yanyana getirdi; dışarıdan kuru ot, kuru yaprak, çalı çırpı ve biraz odun aldı, geldi. Ocağın başına çömeldi; kömürlerin üzerine önce kuru ot ve yaprakları, onların da üzerine çalı çırpıyı koyup başladı üflemeye. Üfledi, üfledi... Kömürlerin birinde kırmızılık belirdi. Ninem avurtlarını şişirerek üflemesine devam etti. Kömürün kızarıklığı arttı ve üzerindeki ot ve yaprakları tutuşturur gibi oldu; çünkü küçük bir alev gördüm. Ama sonra bu alev de söndü, oradan duman çıkmaya başladı. Duman ninemin boğazına kaçtı, öksürdü. Gözlerinde yaş da vardı. Bırakmadı gene üfledi, hem de öncekilerden daha hızlı. Anlaşılan bir kibrit çöpünü ziyan etme niyetinde değildi. Neyse ki ocaktakiler tutuştu, ateş iyice harlanınca en üste odunları da koydu. Yanma devam ederken, yanan ateşi sacayağının altına iteledi. Kalktı raftan bir demir kepçe aldı, içerdeki odaya girip elinde parlak bir madenle geri döndü. Madeni kepçenin içine koymaya niyetlendi, vazgeçti. Bundan önce bir tasa su doldurdu ve kadının başını, yüzünü bir tülbentle kapattı. Madeni, kepçenin içine koyup sacayağının üzerine yerleştirdi. Az sonra kepçedeki maden, sıvı haline gedi ve yerdeki su dolu kabı kadının başı üzerine kaldırdı, erimiş kurşunu da içine döktü. Tasın içinden “cooozzz” diye bir ses ve buhar çıktı. Bunları yaparken ninemin dudakları kıpırdıyordu. Dua edip etmediğini anlayamadım, ama galiba dua ediyordu. Kadının başındaki tülbenti alıp, suyun içinde acayip bir şekil almış olan kurşunu çıkardı. Buna bakarak kadına ne olduğunu bilmeye çalışacaktı.
 
Nineme göre bu kadında neler yoktu ki! Bir göz varmış, kem bakışlı; o nazar etmiş. Korkuları varmış. Onu çekemeyenler, arkasından konuşanlar varmış, bir adağı olduğu halde bunu yerine getirmemiş, çok yakınında olan biri onun candan dostu gibi görünmesine rağmen en baş düşmanıymış... Daha çok var ama ben hepsini aklımda tutamadım.
 
Ninemin söylediklerini duyan kadın:
-Valla (h)epsi do(ğ)ru Aşşe abu. O benim eltim olacak yok mu, kuyumu kazan işte o! Geçen gün ona dedim ki “Ma Kıymet, neden bana düşmansın, beni çekemezsin? Ma ben Bulgar gavuru muyum? Dedi.
Susak yani su kabağından yapılmış maşrapa ile, ağaç askıdaki bakırdan suyumu içip dışarı çıktım; bu kadarı yeterdi.
(Devam edecek...)
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..