- Kategori
- Felsefe
Gördüğüm...

Bir buçuk yaşında, ıssız bir kucağın içindeydin, küçük köpekler oynaşırdı pijamanın desenlerinde, üstündeki, o gül kurusu önlüğün, yanaklarındaki o gül koyusu gülüşün ve düşler kurduran emziğinle; saat 11:30 civarında bindi, Haydar Paşa Garı, olanca genişliğiyle, o küçücük yüreğine…
Rötarsızdı… Toplar damarından girip, atar damarından çıkan trenler. İçlerinde, kendi ağırlığı, renkli iç çamaşırları, ütüsüz gömlekler. Bir kilo demir mi, bir kilo hayat mı, daha ağır diye sorardı, tahtadan çakılı valizler. Kurşun geçirmez yelekli askerlerin, ciğerlerinden geçerdi, yanık türkülü gurbetler.
Uzun yıllar sonra anladım. Defalarca girip çıktığım Haydar Paşa Garının, senin yüreğinde oturduğunu. Adana’yla İstanbul’un birbirinin aynı olduğunu. Mersin’le İzmit’in, Yenice’yle Gebze’nin, acı bir gurbetin çocukları olduğunu...
Haydar Paşa Garının, şimdiki zamanı, hep yanlış gösteren saati, insanları izliyordu. Gidenler için ağır ağır, gelenler için hızla geçiyordu. Trenler kan gibi akıyordu. Ölü martılar yaşama arzuyla kanatlarını çırpıyordu. Hayatın derslerinden ikmale kalan çocuklar, ateş gibi simitleri satıyordu. Ayrılıklar bütün detaylarda geziyordu. Giden de, kalan da, gelen de… ağlıyordu.
Garın göbeğindeki banka oturdun sen. Haydar Paşa içimdeydi. Adana içimdeydi, Ankara içimdeydi. Trenler, gidenler, kalanlar ve gelenler içimdeydi. Zeki Müren içimdeydi, Neşet Ertaş içimdeydi, solcular sağcılar, hayinler, fanatikler, fahişeler, cazgırlar, kahramanlar içimdeydi. Gülen gözlü çocuklar içimdeydi. Hayat içimdeydi. Garın göbeğindeki banka oturdun sen.
Garın saati, günde bir an, zamanı doğru gösterirdi. O an, oturduğun bankta, yanının boş olduğunu söyledi…