Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Temmuz '08

 
Kategori
Deneme
 

Halkımızdan bulsunlar

Halkımızdan bulsunlar
 

Akşam olur anacığım beklerdi / soframızı sundurmaya kurardı


Yaşadığım yerde bir talandır gidiyor. Görüntü kirliliği yaratıyor diye gecekonduları yerle bir eden zihniyet, bilmem kaç katlı yapıları birbiri ardına dikerek denizin mavisini kapattığı gibi, gökyüzünün mavisini de kapatıyor. Bu çok katlı yapıların bazı dubleks son katlarını satın alan kimileri, denizin mavisi gibi gökyüzünün mavisini de özel mülkiyetlerine katmış oluyorlar. Deniz manzaralı dairelerden sonra şimdi de gökyüzü manzaralı daireler prim yapacak artık. Emlak ilanlarında “deniz gören”, “gökyüzü gören” ya da her ikisini birden gören daire ilanlarına rastlarsak şaşmayalım.

Bunları, on beş katlı bir apartmanın yedinci katındaki balkonumdan gökyüzünü görmeye çalışırken düşündüm. Sonra aşağıya baktım. Asfalttan vızır vızır geçen arabalar… Az ötedeki evin önüne bir araba park etti. Başları türbanlı beş kadın indi arabadan. Salına salına yürüyüp apartmana girdiler. Sürücü olan kadın, elindeki arabanın anahtarını sallayıp duruyordu yürürken. Önemli bir toplantıya yetişecekmiş gibi bir halleri vardı. Kot pardösülü olanı, saatine bakıyordu. Yanlarından bir sokak köpeği geçti. İçlerinden biri, yerleri süpüren eteğinin altından ayağını köpeğe doğru salladı. Köpek korkup kaçtı. Kadınlar, apartmana girdiler.

Arabalar…arabalar… Park alanları, yol kıyıları, hatta kaldırımlar arabayla dolu. İçeriden televizyonun sesi geliyor. Kimse izlemiyorsa kapatmak gerek. İçeri girdim, kumandayı aldım, tam kapatacakken bir haber geçti ekrandan. Konu, Key ödemeleri… Görüntülerde bir banka şubesi ve sokaklara taşan insan seli… Bir karmaşadır gidiyor. Diğer işlerde olduğu gibi, kimin eli kimin cebinde, belli değil. Tam bir curcuna. Sokaktaki görüntüler içler acısı. Bir yanda, aylıklarından kesilen üç kuruşu geri alabilmek için banka şubelerine sel gibi akan emekçi insanlar; öte yanda, camlarında “falanca emlaktan satılık, ya da kiralık ” ilanları asılı yüzlerce boş daire… Bir yanda, bamya konservesi görünümünde belediye otobüsleri; öte yanda, içlerinde bir iki kişiden fazla insan bulunmayan, trafiğin felç olmasına neden olan özel araçlar ! İçim daraldı. Balkona da güneş gelince, girdim içeri. Kitaplıktan bir kitap alıp, kanepeme uzandım. Ruhsatî. Bir halk ozanı…

“ Hele bir düşün ki gözümün nuru/ Bu kadar parayı sana kim verdi/ Bağzı fukaraya bulma kusuru/ Mesti kundurayı sana kim verdi ?

Anadan doğunca kürkün var mıydı ?/ Üryân gelmedin mi börkün var mıydı ?/ Torba torba mecidiyen var mıydı ?/ Tükenmez parayı sana kim verdi ?

Kuş tüyü döşekte yattın uzandın / Haftada bir çeşit geydin özendin/ Aferin aklına sen mi kazandın/ Şu tompu tarlayı sana kim verdi ?

Dinle Ruhsatî’yi ne deyem sana / Sana bir öğüttür sanma ki çene/ Çalışmayla verse verirdi bana/ Bu köşkü sarayı sana kim verdi ?”

Öteden beri tuzu kuruların sığındığı bir söz vardır: “Çalışana Allah verir.” Demek günde sekiz değil… on değil… oniki saat çalışan bir işçi, Allah katında tembel sayılıyor. Demek şu çok büyük alışveriş yerlerinin sahipleri, demek gökyüzünün ve denizin mavisini el çabukluğuyla cebe indirenler, günde en az, 1200 saat çalışıyorlar ! 24 saatte 1200 saat olur mu ? Olur. İnsan ömrünün ortalama 70 yıl olduğu bir dünyada insanlara beş yüz bilmem kaç yıl hapis cezası verilebiliyorsa, günün yirmidört saat olduğu dünya coğrafyasında, bunca varlığa, günde 1200 saat çalışmak bile az gelir.

Bilgisayarın başına geçip haberlere bakıyorum. Son haberler daha da içimi karartıyor. CD çalara rasgele bir CD takıyorum. Gözlerimi kapatıp eskilere gidiyorum. Yatılı okulda, mutfak nöbetçisi olduğumuzda, gözlerimizden yaşlar gelerek soğan, pırasa soyduğumuz günlere geri dönüyorum. Bayram tatillerinde, küçücük ellerim soğuktan kıpkırmızı olmuş halde evimizin kapısını çalışım, her defasında annemin gözünün yaşını saklayarak beni karşılaması, elimi yüzümü yıkayıp sobada biraz ısındıktan sonra “Derslerin nasıl?” diye sormadan önce, ”Aç mısın yavrum ? ” diye sorması…

Köy Enstitülerinden sonra Öğretmen Okulları da battı gericiliğin gözüne ! Bir Anadolu Lisesi modası sardı yurdun dört bir yanını. Daha üç günlük ABD, binlerce yıllık Anadolu’ya, önce tıpkı zehirli bir yılan gibi “diliyle” sokuldu. Gençlikten başlayarak zehrini yavaş yavaş bütün topluma akıttı. Şimdi bu sayede herkes biraz İngilizce konuşuyor (!) ”Cool ” oluyorlar…”damar hits” müzik dinleyip, saçlarını dimdik jöleliyor, ‘plaza’ larda full olay çıkarıyorlar, ”Mc Donnalds”da, kendilerine benzeyen ”First Lady” leriyle ya da “boyfriend“leriyle buluşuyorlar. Kızların içinde hem düşük pantolonlu, hem türbanlı “first lady“ler de görmek mümkün artık.

Ülkemin gençliği nereye gidiyor böyle ? Bir yanda, yüzme havuzlu siteler…öte yanda, kaldırımlarda yatan sokak çocukları… Bir yanda, okullarda elli… altmış… seksen kişilik sınıflar ve aldığı aylıkla kirasını bile ödeyemeyen öğretmenler; öte yanda, oturduğu yerde camiye para toplayıp şimdiden hem bu dünyayı hem de “öte dünya”yı garanti altına alan fırsatçılar ! Ayakta kalmak isteyen insana yalnızca iki seçenek bırakmışlar: Ya yüzsüz olacaksın, ya da iki yüzlü !

Müziğin sesini biraz açıyorum.

“Dertli kaval derdim gibi inle dur / yüreğimin acısını sen sustur/ yanık sesinle yüreğime merhem ol/ inle kaval dertlerimi sen sustur!

Akşam olur anacığım beklerdi/ soframızı sundurmaya kurardı /”aç mısın yavrum” diye sorardı / inle kaval dertlerimi sen sustur !

Yok ettiler cümlemizi melunlar/ yok ettiler cümlesi yok olsunlar/ belalarını halkımızdan bulsunlar / inle kaval dertlerimi sen sustur !”

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..