Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Nisan '14

 
Kategori
Tarih
 

Hannah Arendt: Eichmann Kudüs’te-Entelektüel bir Yahudinin gözünden bir Nazi memurunun yargılanması

Hannah Arendt: Eichmann Kudüs’te-Entelektüel bir Yahudinin gözünden bir Nazi memurunun yargılanması
 

Adolph Eichmann duruşmada


Yahudi asıllı Alman siyaset politikası ve felsefe profesörü Hannah Arendt kendisi gibi 1906 doğumlu Nazi Partisi memuru ve onun para militer örgütü SS (Schutz-Staffel-Savunma Birliği) üyesi Adolph Eichmann’ın 1961 yılında Kudüs’te yargılanmasına ilişkin izlenimlerini  The New Yorker dergisinde yayınlamıştı.

Sıradan biri olarak yaşamını sürdürürken Nazi’lere katılması sonrasında kariyeri hızla gelişen Eichmann’ın görevi Yahudilerin toplu olarak ölüm kamplarına sevk edilmelerini sağlamaktı. Bu çerçevede Almanya’nın 1944 yılında Macaristan’ı işgali sonrasında bu ülkedeki Yahudilerin büyük ölçüde Auschwitz toplama kampına gönderilmesi işini yönetmişti.

Almanya’lı seküler kültüre sahip bir Yahudi ailenin kızı olarak bugünkü Hanover’de dünyaya gelen Hannah Arendt ise felsefe eğitimi alarak entelektüel bir çevrede ve Martin Heideger, sonrasında da Karl Jaspers’in yakınında bulunmuştur. Kendi ifadesiyle daha 1931 yılında Naziler’in iktidara gelmesinin engellenemeyeceğinin anlaşıldığını ve buna karşı girişimde bulunmanın yararsız olduğunu vurgulayan Arendt’in önceleri politik bir olay olarak nitelendirdiği bu harekete karşı girişimleri, 1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesiyle hızla gelişen olaylar karşısında (Reichstag yangını ve sonrasında gelen ağır baskılar) kaçınılmaz olarak gerçekleşti. Siyonist olmasa da bu örgütü artık yadsıyamayan Arendt kendisine önerilen Anti-semitik yayınların araştırılması ve toplanması işini üstlenmiş, bu faaliyeti nedeniyle bir süre sonra Gestapo tarafından gözaltına alınsa da tanınan bir kişilik olması ve şansının da yardımıyla 1933 yılında Paris’e kaçmak zorunda kalmıştır.     

Yazımızın baş karakterlerine ilişkin bu ansiklopedik bilgiyi verdikten sonra, konumuzu oluşturan tarihi yargılamayı izleyen Arendt’in bu olayı dünyaya aktarma tarzının da, kendi tarafında olanların eleştirilerine rağmen entelektüel duruşun sergilenmesinin somut örneğini oluşturduğunu da belirtmek gerekmektedir. Arendt duruşmaya ilişkin gözlemlerini ve fikirlerini aktarırken kendisinin Yahudi’leri pasif kalmakla itham ettiği suçlamalarını kabul etmemekle birlikte kullandığı dili ironik olarak nitelemiştir.

Kendisiyle yapılan bir röportajda Eichmann’ı bir aptal olarak niteleyen Arendt, davanın binlerce sayfalık dosyasını okurken sayısız defalar kendini gülmekten alıkoyamadığını söylemiştir. Arendt’in bu tavrının gerisinde kanımca, Alman toplumunun bir kısmı tarafından benimsenen Yahudi’lerin kökünü kurutma eyleminin yarattığı ağır travmanın sordurduğu şu sorular yatmaktadır: “Nasıl oldu? Neden oldu? Neden Yahudiler? Neden Almanlar? Diğer ülkelerin rolü neydi? Müttefikler ne derecede sorumluluk paylaştılar? Yahudiler nasıl kendi liderleri aracılığıyla kendi mahvoluşları için işbirliği yaptılar? Neden (Yahudiler) ölümlerine mezbahaya giden koyunlar gibi gittiler?” Arendt bu soruları söz konusu yazısının başlangıcında sorarken davanın bu soruların cevaplarını askıda bırakacağını öngörmekte ve Eichmann ve genel olarak soykırımda görev alanlar ile bunun gerisindeki toplumsal desteği “kötülüğün (şeytaniliğin) sıradanlığı” olarak nitelemektedir. Bu nitelemeyle, davada Eichmann’ın kendisini savunurken kimseyi öldürmediği sadece kendisine verilen görevleri yerine getirdiğini ifadesi dramatik bir paralellik taşımaktadır.

Olaydan on beş yıl sonra davanın görüldüğü yerin bir sahne olarak, dünya kamuoyunu temsilen izleyicilerin huzurunda Yahudilerin uğradığı tüm mezalimin hesabının görülmesine yönelik hazırlandığı izlenimini aktaran Arendt, savcının, duruşmalara hiç gelmeyen dönemin başbakanı ve İsrail devletinin mimarı sayılan David Ben-Gurion’un sesi olduğunu, Nuremberg duruşmalarına nispetle Yahudilerin haklarının ancak Yahudi mahkemelerinde mümkün kılınabileceğine olan inancı vurgulamaktadır. Arendt’e göre, davanın izleyicileri tüm dünya ise bu beklenti pek karşılanmış görünmemektedir. Nitekim duruşmalardaki gazeteciler ancak iki hafta sadakat göstermişler, daha sonra profil büyük ölçüde değişmiştir. Öncelikle Yahudilerin, Yahudi olmayanlar arasında yaşamalarının ne anlama geldiğinin anlatılması ve Yahudiler için ancak İsrail’in güvenli ve onurlarıyla yaşayabilecekleri bir yer olduğuna ikna edilmek istenen genç İsrail’liler hemen hiç katlımda bulunmamışlardı. Arendt, izleyicilerin genç olmadıkları gibi büyük çoğunlukla Yahudilerden ayrışmış olan İsrailli olmayanlardan ve kendisi gibi Avrupa’dan göç etmiş orta yaşlı yetişkin “hayatta kalanlar” dan oluştuğunu, davanın, adeta sahibinin sesi olan savcısının söylemi karşısında da, orada anlatılanları derinden hisseden bu insanların ders alacak ya da bir sonuca vardıracak durumda olmadıklarını belirmektedir. Tanıklar arka arkaya geldikçe olan bitenin tüm korkunçluğu üst üste dile gelmiş, izleyenlerin kendi kedilerine kaldıklarında dahi yüzleşmeye tahammül edemeyecekleri ölçüde korkunç hikâyeler herkesin huzurunda dinlenilmesi kaçınılmaz olmuştu. Dönemin Yahudi’lerinin uğradığı savcının ifadesiyle facia ortaya çıktıkça, ve savcının söylemi mükemmelleştikçe, camekânın içindeki figür giderek daha fazla soluklaşmakta ve hayalete dönüşmekteyken, “işte her şeyin sorumlusu canavar orada oturuyor” dercesine parmak sallanmaması sanki onu tekrar yaşama geri döndürecek gibiydi. Yargılamanın bu seyri ve tüyleri diken diken eden vahşetin altında kalan ise kesinlikle olayın bir tiyatro oyununa döndürülme boyutu oldu. Oysa ister bir dava duruşması olsun ya da benzetmeyle bir tiyatro oyunu olsun her ikisinin de odaklanması gereken kurbanlardan çok fail olmak durumundadır. Bu bir gösteri yargılaması da olsa etkili olabilmesi için gerekli olan, sıradan bir duruşmaya göre daha sınırlı ve iyi tanımlanmış biçimde failin neyi nasıl yaptığının sergilenmesi gerektiğidir. Arendt’e göre yargılamanın merkezinde adeta bir tiyatro oyununun kahramanı gibi, işi yapan yer almalı ve acı çekecekse, bu başkalarının acılarına neden olmaktan değil doğrudan kendi yaptıklarından dolayı olmalıdır. Davanın yargıcı bu durumun farkında olmakla birlikte kanlı bir sahnelemeye dönüşen bu davanın kendi ifadesiyle adeta bir kaptansız gemi gibi dalgalara teslim olmasını önlemeye yönelik girişimleri başarısızlığa uğradı. Bunun nedenlerinden birisi de garip bir biçimde, ne kadar önemsiz ya da alakasız olursa olsun hiçbir ifade karşısında söz söylemeyen savunmanın hataları oldu. Savunma avukatı yalnız bir kez, iddia makamının Nuremberg’de idam edilen Polonya genel valisi Hans Frank’ın günlüklerinin delil olarak sunulmasına karşı söz alarak yirmi dokuz ciltlik (gerçekte otuz sekizdir) günlüklerde Eichmann’ın adının bir kez dahi geçmediğini kayda geçirerek başka sorusu olmadığını ifade etti.

Hannah Arent’in Eichmann davasının duruşmalarına ilişkin tanıklığını aktardığı yazısı bu minvalde devam etmekte ve sonuç olarak şu kayıt düşülmektedir: “İddia makamının tüm gayretlerine rağmen herkesin gördüğü bu adamın bir “canavar” değil, şüphe duyulması çok güç olduğu üzere bir “palyaço” dur. Bu durumu örneklendirirken Arendt şunları kaydetmektedir: “Ancak bu şüphe onun ve onun gibilerin neden olduğu acılar dikkate alındığında tüm girişim için ölümcül ve sürdürülmesi güç olduğundan, en kötü soytarılıkları zorlukla fark edilmişti. İlk ifadesinde altını önemle çizerek, “zorlu yaşamında öğrendiği tek şeyin insanın ant içmemesi gerektiği”ni (“Bugün hiç kimse ya da hiçbir yargıç beni yeminli ifadeye ikna edemez. Bunu reddederim; Ahlaki nedenlerle reddederim. Deneyimlerim bana öğretmiştir ki insan yeminine sadık kalırsa bir gün sonuçlarına katlanmalıdır, Ben kararımı bir  kez ve sonuna kadar verdim ve dünyada hiçbir yargıç ya da otorite bana yeminimi çiğnetemez ve yeminli ifade verdirtemez. Bunu gönüllü olarak yapmayacağım ve kimse beni buna zorlayamayacak.”) söylerken sonradan kendisinin savunmasında ifadesini yeminli ya da yeminsiz olarak verebileceği kendisine açık olarak ifade edildiğinde fazla yaygara çıkarmadan yeminli ifadeyi tercih eden bir adamla ne yapılabilir ki? Ya da sürekli olarak ve bir duygusal show edasıyla mahkemede ve polisteki ifadesinde, yapabileceği en kötü şeyin gerçek sorumluluklarından kaçmak, boynu için mücadele etmek ve af dilemek olduğunu söylerken, sonra hukuki danışmanının yönlendirmesi üzerine bağışlanmak için af dilemeyi de içeren el yazısı ile bir belgeyi sunan bir adamla?”  

Son olarak belirtmek gerekir ki Arendt’in bu saptamalarının tam anlamıyla bir aldanma ve hata olduğunu belirten görüşler de sonradan ileri sürülmüştür. Ancak bu tartışmalar Arendt’in “kötülüğün (şeytaniliğin) sıradanlığı” tezinin tarihe ve siyaset felsefesine mal olmasını engelleyememiştir.                                      

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..