- Kategori
- Eğitim
Hayata dokunmak
Yazarı: Halis Kuralay
(Romanda gözleri görmeyen bir insanın, nasıl okuyup neleri başardığı, başarma güdüsünün yalnızca görerek harekete geçmeyeceği, azmin ve kararlılığın insandaki etkisi anlatılmaktadır.)
Bilgilerimiz % 70’ini görerek edindiğimiz söylenir. Ama bu göremeyen insanların %70’ini cahil olmasını gerektirmez miydi? Bütün bunlar gösteriyor ki tüm sorunlar, çözümler göze özgü değildir. Alternanif çözümler de vardır. Bunları keşfeden engellilerdir.
Evet, isterseniz hayat hikayeme başlayayım. Ben Çanakkale’nin Bayramiç köyünde dünyaya geldim. Babam emeklilik sonrası at arabacılığına başladı. Annem ev hanımıdır. Ben altı kardeşten sonuncusuyum. Ve içlerinden tek kör olanıyım. Ailem benim kör olduğumu doğumdan iki ay sonra komşularımızın şüphesiyle öğrendi. Sonra gerçekten doğuştan kör olduğum fark edildi. Sonrasında da o hastane senin, bu hastane benim gezdik, dolaştık.
Ata eşeğe binmekten tutun, top oynamaya, bisiklet binmeye kadar her şeyi yapabiliyordum. Evet, belki imkansızdı ama bu söylediklerim hepsini yapabiliyordum. Örneğin top oynamak mı? Topun hızlı gelmesi benim için yeterlidir. Çünkü sesini duyabilirsem, öyle oynayabilirdim. Bazen ıskalasam da her ıska beni başarıya biraz daha azmettirdi.
Babam namaz kılan bir adamdı. Biraz büyüyünce camiye beni de götürmeye başladı ama annem bu konuda daha büyük katkı sağlamıştır. O duaları okur, tekrar eder, ben de ezberlerdim. Sonra da babama kontrol ettirirdim. Daha sonra babam beni Karşıyaka camiye götürdü. Oradaki hocalar/imamlar beni okutma konusuna soğuk yaklaşınca babam, “Hocam burada dursun, sizin okuduklarınızı tekrar etsin, ” dedi. O zaman namaz sure ve dualarının çoğunu öğrenmiştim.
Akranlarım yavaş yavaş okula başlıyordu. Ailem ise ne yapacaklarını konuşuyordu. Hatta babama “okutma” diyenler bile vardı. Benim yazı ile tanışmam araba plakalarıyla başladı. Hatta ilk okuduğum plaka 17 AT 053. bu plaka yazılarını okuyarak okula başlamadan büyük harfleri öğrenmiştim.
Babam yapılan tüm telkinlere rağmen beni okula göndermeye kararlıydı. Bu sebeple herkesle konuşuyordu. Uzun bir araştırmadan sonra haberini aldığı Körler Okuluna beni göndermek için girişimlerde bulundu. Elinden geldiği kadar tüm resmi kişilerle konuştu. Kafasına koymuştu. BU ÇOÇUK OKUYACAKTI…
Günlerden sonra evimize bir mektup geldi, “Oğlunuz 104. Sıradadır, ” diye. Bu, “Çocuğunuz okula bir gün kabul edilecektir, ” demekti. Ardından belirli bir süre geçtikten sonra bir mektup daha geldi. Çocuğunuz 4. sıradadır diye. Bu mektup da bana özbakım becerilerimin öğretilmesi istendi. Ama ben çok iyi yetiştiğimden, kendi işimi kendim görebiliyordum.
Aslında annemden babamdan ayrılmak istemiyordum ama okula da gitmek istiyordum.
Bir sonbahar günü, uzun bir yolculuktan sonra İstinye Körler Okulu’na ulaştık. Daha sonra müdürle tanıştık. Müdür benden şarkı söylememi istedi. Meğer bu mülakatmış. Ama ben önceden antremanlı sayılırım. Şarkıyı söyleyince beni sınıfa götürmelerini söyledi. Babam bana çamaşır alıp geleceğini söyledi ve gitti, ama bir daha gelmedi. Taa bir ay sonra geldi. Meğer ki benimle vedalaşamamış.
Artık derslere başlamıştık. Kabartma yazı görüyorduk. Ama bu benim plakalara hiç benzemiyordu. Bu yazı en fazla altı noktadan oluşuyordu. Ve kendi içinde bir sistemi vardı. Bu yazıyı insan sağ-sol işaret parmağıyla okuyordu. Görmeyen insanlar bunu mucize olarak görüyor. Oysa biz dokunarak okuyoruz, acaba siz görerek nasıl okuyorsunuz ???
O zamanlar bizim Körler Okulu’nda acayip bir müzik eğitimi vardı. Mesela 2. sınıfta 1, başka sınıflarda 3 ya da 4 saat müzik dersi vardı. Her bir öğrenciye uygun bir enstrümanla başlanırdı. Zannediyorum ki göremeyen insanların rahatlıkla yapamadığı müzik çalmaya bu bir teşvikti.
Kitap temin etmek görmeyen insanlar için her zaman bir sorun olmuştur. Öyle ya kırtasiyelerde kabartma kitap satılmaz. Ders kitaplarını bile bulmakta zorluk çekiyoruz. Ders dışı roman, hikaye, roman ve benzeri ihtiyaçlarımız büyük fedakarlıkla öğretmenlerimiz tarafından yazılıyordu. Bunun dışındaki kitaplar bize etüt derslerinde okutulurdu.
Yatakhanede ortam çok zevkliydi. Etütten çıktıktan sonra hemen yatakhaneye gelir rahatlardım. Arkadaşlarımızla gece sohbetlerimiz başlardı. Hele akşam radyoda maç varsa herkes onu dinlerdi. Radyosu olan birkaç arkadaş bütün yatakhaneye topluca dinletirdi.
Hafta sonlarını iple çekerdim. 4 gün kaldı… 3 gün kaldı… Kendimi en özgür en rahat Cuma aksamı hissederdim. Hafta sonları evci arkadaşlar evlerine giderdi. Biz diğer arkadaşlarla yurtta kalırdık. Görmediğimiz için dışarıya çıkamazdık. Az gören bir arkadaşla sınırlı olarak dışarıya çıkmamıza izin verilirdi. Ama bunun için nöbetçi öğretmeni ikna etmek için geçerli mazeret gerekirdi: Tırnak makası, sabun, çamaşır almak gibi…
Pazar günleri ise Sultan ve Naciye Teyzeler bizler banyo yaptırırlardı. Hele sonra etüt zili çalardı, artık ders zamanıydı. Bu bazen içimi burkardı ama yalnız Pazar akşamlarına mahsus bir durum.
Birinci sınıfı bitirince, yatakhanemizin önündeki merdivenlerden, omzumdan büyük bir yük kalkmış bibi oldu. 1. sınıf bitmişti artık. Yaz tatili keyfi başlamıştı. Köyüme gelmiştim. Kendime bir başka güveniyordum artık.
Ama ne de olsa sayılı gündü. Koskoca üç ay göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Artık toparlanmaya başladım. Anneciğim beni uğurlarken sarıldı, öptü, ağladı. Ama ben ağlamıyordum. Çünkü annemi üzmemeliydim. Daha sonra okula gelip yerleştim. Artık memleketi unutmam lazımdı. Daha çabuk gerçekleri kabul etmem lazımdı.
4. sınıfın başında bizi yan okula başlattılar. Bu okul yalnız görenlerin okuduğu bir okuldu. Buralardaki sınıfta öğrenci az, kabarma kitap yok, her şey görenlere özgüydü. Ama ortağı olduğumuz hayatta bizi bir yerlere serpmişlerdi.
Burada ancak belirli derslerimizi kabartma kitaptan çalışıyor ama bu yeterli olmuyordu. Örneğin bir ansiklopediyi kabarma yazı olarak bulamıyorduk. Bunun için en makulu birilerine okutmaktı. Okulumuzda görevli biri vardı. Ama bu yeterli olmuyordu. Biz de gören arkadaşlarımızdan bize dersleri, kitapları okumasını rica ediyorduk. Küçük büyük kim olursa…
Ses kaydeden bir teyp, bu durumlar için birebirdir. Kayıt ettiğinizi, istediğiniz zaman tekrar dinleyebilirsiniz.
Ben kendine yeten biri olmak istiyordum. Kendi işini kendi gören biri, olmak istiyordum. Ve bunun için daktilo öğrenmek istedim. Daktilonun bana ne faydası olacak, diye düşünebilirsiniz. Neye, nasıl yazacağım, diye. Ama okuyamasam da yazabilmeliyim, diye düşündüm ve bunun için çalışmalara başladım. Mesele basit; örneğin 10 parmak klavye kullananlar nasıl bakmadan yazabiliyorsa, ben de tuşlara parmaklarımı yerleştirerek yazabiliyordum. Artık aileme içinden geçenleri başkalarına yazdırmadan kendim yazabilecektim. Tabi bazen komik durumlar da oluyordu. Bazen şeridin bittiğini fark edemiyordum. Ama önemli değildi artık. Okuyamasam da yazabiliyordum. Bu çok güzel bir şeydi.
Kitaba ve kitapçıya büyük ilgi duyuyordum. Fakat okutacak kişi bulamıyordum. Rica ettiklerim okurlardı; ama üfleyenler, püfleyenler…
Az önce görmesi az olan arkadaşlarımla, daha önce dışarı çıktığımı söylemiştim. Neyse biraz görmesi olan arkadaşım Yüksek ile pastaneye dışarı çıktık. Bir çay bahçesine rastladık. Bir caminin yanındaydı. Çok güzel çayı vardı. Burayı öğrendikten sonra gören arkadaşlarımı buraya getirmeye başladım. Çok değerli kütüphanesi vardı. Ben bu kahvehanede Gazali’nin İhya’sını, Peygamberler Tarihi’ni burada okumuştum. Kitapları görmesem de kokuları bana yeterdi.
Çok ilginç bir soru vardır? Amalar rüya görür mü?
El-cevap: Evet görürüz. Rüyanın görmekle bir ilgisi yoktur. Rüya görülmez yaşanır. Çünkü ben bir görmeyen olarak sizin tabirinizle, rüya görüyorum. Fakat gözlerim rüyada da görmüyor.
Artık ortaokulu bitirmiştim. Fakat bir sorun vardı. Türkiye’de görme engellileri liseye kaydettirmek, deveye hendek atlatmaktan zordu. Ortaokulu iyi derece ile bitirmiştim. 10 üzerinden 8… Yaz tatili sonunda babamla bir liseye gelmiştik. Büyük Çekmece Lisesi... Fakat müdür çok sertti. Bir sürü uğraş ve gerginlikten sonra müdür ikna oldu. Aslında ikna olmak zorundaydı. Çünkü iş özel eğitimi sevk edilirse, mecbur alınırmışım.
Bazen insanlar görmeyen bir insanın nasıl traş olduğunu merak ederler. Aslında mesele gayet basittir. Görenler gözleriyle kontrol ediyor, biz de parmaklarımızla dokunarak, böylece sinekkaydı tıraş olabiliyorduk.
Askerlik muayenesi gelmişti. Ve Bayramiç’e çağrıldım. Askerler muayenesini yaptılar. TABİ OKUMA YAZMA YOK dediklerinde, “Hayır, Boğaziçi Sosyoloji” deyince ağzları açık kaldı.
Bende üniversiteye hazırlık, lise 1. sınıfta başladı. Asıl hazırlık ise, lise 2. sınıfta başladı. Bana hep ders anlatacak biri bulamazdım. Onun için dersleri birine kayıt ettiriyor, o dersleri istediğim kadar dinleyebiliyordum. Yaz Kur’an kursundaki dostum Fevzi hiç üşenmedi ve her geldiğinde, kasete bazı üniversiteye hazırlık testlerini kaydetti. İşte o çalışmalar benim asıl başlangıcım oldu. Elden gelen başka bir şey yok, Fevzi’nin getirdiği testlerle hazırlanmaktan başka bir çarem yoktu. Tevekkülde bu değil miydi zaten? Elinden geleni yapıp, gerisini Allah’a bırakmak. Ve sınav zamanı gelmişti. Gireceğim okula gittim. Görme engellilere bir okuyucu ayarlanıyor ve bir miktar da ek süre veriliyordu. Okutmanımla tanışmıştım. Ve sonrasında da sınav başlamıştı. O okuyor ben cevaplıyordum ve böylece birinci sınav bitmişti. Bir gün sonra gazeteden sonuçlara baktırdığımda, 101 sorudan 63 netim vardı. Ve iyi bir sonuçtu. Bunun üzerine 2. sınava başladım. Eksiklerimin üzerine özellikle yoğunlaşıyordum. Ve 2. sınav gelmişti. Okutmanımla tanıştım ve zamanı gelince sınava başladık. Sınav bittiğinde, bu sınavım da bana göre iyi geçmişti. Sınavdan sonra toparlanıp memleketime döndüm.
Boğaziçi Üniversitesini istiyordum. Ve tercihlerimde de onu yazdım. Biraz araştırma yapmıştım. Tercih sonuçlarıma baktığımda, Boğaziçi gelmişti. Artık Boğaziçiliydim.
Eğitim dili İngilizce idi. Bunun için önce bir sözlük lazımdı. Bu da gören bir insan demekti…
Kaydımı yaptırmıştım. Sınıfımız yaklaşık 20 kişiydi. Ve her türlü görüşten insan vardı. En sevdiğim yanı da buydu, yani düşünce zenginliği.
Dersleri takip etmem çok zordu hatta takip edemiyordum. Çünkü kitaplar kabartma değildi. Kısa süre sonra bir fikir buldum. Bir arkadaşıma bir kaset vererek birinci günün notlarını akşam doldurmasını rica ediyordum. Ertesi gün ikinciyi ve üçüncüyü… Böylece bir gün gecikmeyle dersleri takip edebiliyordum.
İnanılır gibi değildi ama kütüphanede Braille Bölümü vardı. Kitapların ansiklopedilerin hatta dünyaca ünlü gazete ve dergilerin kabartmaları mevcuttu. Bazı iyi insanlar da kasetlere bazı kitapları doldurmuşlardı. Ben de arta kalan zamanlarımda buralara gidiyordum.
Derslerden arta kalan zamanlarda bir şeyler yapmak istiyordum. Kendi yağımla kavrulmak istiyordum. Bunun için de inanmasınız ama Eminönü’nde işportacılığa başladım. Beşli sabun poşetlerini birbirine boşaltıp sekizli yapıyordum. Ve böyle satıyordum. Benim diğerlerinden farkım üniversiteliydim ve İngilizce biliyordum. Hatta bazı turistlere İngilizce seslenerek sabun sattım.
Ama mutlu değildim, Bu iş çok sıkıcı geliyordu. Ve ben biraz manevi yüklü bir işle ilgilenmek istiyordum. Bunun için bir vesileyle dini kitap pazarlamaya başladım. Hatta bu beni öyle sarmıştı ki bazen para bile almıyordum.
Tabi burada asıl sorun görmeyen birinin nasıl pazarlama yapabileceğini kanıtlamaktı. İlk gördüklerinde beni dilenci sandılar, sonra inandılar. Hatta görmeyen birinin buraya nasıl gelebildiğinin hayretine düştüler. Nasılsa kaybedebilecekleri bir şey yoktu. Biraz satış yapınca inanamadılar ve inanmasınız işte EN HIZLI PAZARLAMA ELEMANI dedikleri kulağıma gelmişti.
1988 yılında İstanbul’da tanıştığımız görme engelli 10 arkadaşımız vardı. Hepimizin hissiyatı aynıydı. Kur’an öğrenmek istiyorduk. Allahın kitabını bizde öğrenmek istiyorduk. Fakat o zamanlar Türkiye’de kabartma Kur’an basılmıyordu. Ve büyük çabalarla Laleli İlim Yayma Cemiyeti tarafından Pakistan’dan Kur’an-ı Kerimi getirtmiştik. Ve kısa bir zaman sonra okumasını da öğrenmiştik.
Evet, bu çalışma grubunda güzel bir ortam vardı. Ama bu çalışma grubu umuma hizmet verecek bir nitelikte değildi. Bir şeyler yapmalıydık. İlk iş olarak 2 temsilci seçip Antalya’ya Adil Bey diye bir kişiyle görüşmeye gönderdik. O müftülükle irtibata geçip bize olumlu bir sonuç verdi. Artık Diyanet’in Antalya Gebizli Tesislerinde görme engellilere Kabartma Kur’an Kursu veriliyordu. Adil Hocamız 2000 yılı haziran ayında Azerbayacan’a giderek Azeri görmeyenlere kurs açmaya muvaffak oldu.
Beyazay, diye 1992 yılında bir dernek kurmuştuk. Buradaki asıl gayem görmeyenlerin dini ihtiyaçlarına cevap vermekti. Ve derneği kurmuştuk. Bu dernekte bazı ilklerimiz olmuştu. Bunlar; Görmeyenler İçin Sesli Bilgisayar Programı, Kabartma Kur’an-ı Kerim Basma vb.
Bu ilklerin dışında ilkokul, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirme kursları düzenler ve sertifikalarını verirdik.
Sosyoloji okumak beni tatmin etmiyordu. Daha doğrusu insanlara tatmin edici bir cevap veremiyordum. Ben de iki yıl okuduktan sonra Psikoloji Bölümüne başvurdum. Notlarım yeterli görüldü ve kabul edildim.
Derslerden arta kalan zamanlarda çalışmak istiyorum. Ama bana kim iş verirdi ki? Gittiğim yerlerde üniversiteli dil bilen biri iyi bir fırsattı. Ama görmüyordum. Daha kapıda tüm işler fiyasko ile sonuçlanıyordu. Artık iyice umudumu kesmiştim. Derslerime dönmüştüm. Kısa bir süre sonra hiç beklemediğim bir şey oldu. Ve bir iş çıktı, hem de rektörlükte. Orada iki tane değerli abla benim durumumu biliyorlardı. Bana bir haber geldi. Oranın sorumlusu Rahmi Bey özürlü açığının bulunduğunu, acele etmem halinde başvurumun kabul edilebileceğini söyledi. Gereken evrakı tamamlayıp hemen başvurumu yaptım. Görevim, Kayıt İşleri Müdürlüğünde telefonlara ve İngilizce yazışmalara cevap vermekti. Böylece artık okulu bitiriyordum ve artık mezuniyet gelmişti.
1992 yılında Milli Eğitim Bakanlığına öğretmen alınacaktı. Alınacak öğretmenler arasında İngilizce öğretmeni de vardı. Üstelik formasyon da aranmayacaktı. Hemen başvurumu yaptım. Başvurum kabul edildi ve mülakatlara çağrıldım ve başarmıştım. Öğretmen olabilmenin yeter şartı bilgi değil, bunun yanında güzel ahlak ve iletişim kurabilmekti.
Başvurum sonuçlandı ve Kilyos’a tayinim çıktı. Kilyos’a geldikten sonra otobüsten inip okulu sordum. Bana gösterdiler. Bu okul benim okulumdu. İstinye’den buraya taşınmak zorunda kalmıştı. Çok heyecanlıydım. Okula geldim öğrencilerden biri beni müdür odasına çıkardı. Müdür benim eski öğretmenimdi. Daha sonra öğretmenler odasına çıkıp oradaki öğretmenlerle beni tanıştırdılar. Çok geçmeden derslere başlamıştım. Öğrencilere hatırı sayılır İngilizce dersi veriyordum. Fakat okulda Psikolojik Danışman yoktu. Ben de psikoloji mezunu olduğumdan, bana okul müdürü böyle bir görev teklif etti. Ben de uygun bulmuştum. Bu bana da iyi gelmişti. Öğrencilerin hem derslerine giriyor, hem de dertlerine çare arıyordum. Kısa zamanda yaşım ve tarzım gereği okula bir dinamiklik gelmişti.
Hayat zıtlıklarla doludur ama önemli olan o zıtlıklar arasında kendine çekeni bulmak. Velhasıl kelam ben de 19 Haziran 1995 yılından itibaren evliydim. Eşimle üniversiteden tanışıyorduk. İkimizin de tek bir amacı vardı. Bizi Yaratan’ın bizden razı olması. Eşim ve ben evliliği böyle ulvi bir gayeye basamak yapmak niyetindeydik.
Eşimin arkadaşlarının benim hakkımda ön yargıları vardı. Düşünün, görmeyen biriyle bir ömür boyu beraber olmak. Ama eşim dünyadaki, bence en mükemmel bir insan. Beni bu halimle, ben olduğum için kabul etti. Ona o kadar çok minnettarım ki…
Ama o hiç böyle düşünmedi. Ona göre biz gözlerimizi herhangi bir karşılık vererek almadık, bizim sınavımız da bu. İnsanlar ne zaman dış görünüşe önem verirse, hep kaybederlerdi, diyordu eşim. Ona göre tek ölçü kalp ve diyanetti.
Bir insanın gülümsediği yalnız yanaklarından değil, sesinden de anlaşılırdı… Her şey görmek değildi. Önemli olan sevmek, vefa, sabır ve iyi niyetti.
Gözle görmeden bahar nasıl yaşanır öyle mi?
Nasıl yaşanmasın ki bahar dostlarım.
Çiçeklerin kokusu yalnız gözle mi görülür.
Kuşların cıvıltısı yalnız gözle mi işitilir.
Nisan yağmurunun zevkini yalnız gözle mi tadarsınız.
Siz, gözlerinizle mi hissedersiniz ferahlığı.
Rüzgara binmiş sevgileri
Yürek hisseder dostlarım.