Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Nisan '15

 
Kategori
Anılar
 

Hayatın dalgaları

Hayatın dalgaları
 

HAYATIN DALGALARI


Biliyoruz ki fuarlar, firma ve kuruluşların dünyaya açılmasında çok önemli rol oynar. Rekabet ön plana çıktığından her kuruluş, her firma kalitenin artması için çaba sarf eder. Ziyaretçiler açısından da o sektördeki pek çok katılımcının sergiledikleri ürünleri bir arada görme, onları fiyat ve kalite açısından kıyaslama, alış- veriş yapmasalar bile en azından tanıma imkânı sağlar. Bunun bilincinde olan firma ve kuruluşlar fuarlara çok ilgi gösterirler. Aylar öncesinden yerlerini ayırtarak hazırlıklarına başlarlar. Fuarların özelliği ve güzelliği anlatmakla bitmez.

Biz de şairler ve yazarlar olarak bu oluşumun içinde yer almak ve bu güzellikleri paylaşmak istedik. Zor da olsa fuarda yer alabildik. Uzun zamandır görmediğim akrabalarımı bile kitap fuarında gördüm. Ortaokuldan sınıf arkadaşım Serap, adımdan tanıdı beni. Evlilik soyadımı taşısaydım beni asla tanıyamazdı. 45 kiloluk Harika Ufuk, iki katına çıkmış. İki küçük yürek büyümüş, yurda yararlı evlatlar yetiştirmiş hatta emekli olmuştuk. Unutamadığımız arkadaşlarımızı sorduk birbirimize… Çok özeldi. Öğretmen Okulu’ndan okul arkadaşlarım,  Kız Lisesi’nden ve Sakıp Sabancı Ortaokulu’ndan eski öğrencilerim, birlikte görev yaptığım meslektaşlarımla karşılaştım. Özellikle benim için gelenler çoğunluktaydı ama tesadüfen gördüklerim de tatlı sürpriz oldu.

Beni en çok mutlandıranlar,  bir gün önce kitabımı alıp okuyan ve ertesi gün fuara gelerek teşekkür edenler oldu. Hatta gece üçe kadar kitabımı okuduğunu ve çok beğendiğini söylemek üzere yanıma gelen bir okurum çok sevdiğim arkadaşım Ümmühan ile aynı adı taşıyordu. Yazarlık ve şairlik bana büyük mutluluklar yaşattı. Öğretmenliği çok sevmiştim, ruhumu doyuran mesleğimdi benim! Şimdi eğitimci şair yazar olarak da mutluluğum ikiye katlandı.

Her şey çok güzeldi ama sinir bozan olaylar da yaşadık. “Ben kitap okumam.”  Veya  “ Şiir sevmem.” Diyenlerin yanı sıra “Param bitti. Keşke daha önce gelseymişim bu standa!” diye hayıflananlar da oldu. “Ben bu kitabı istiyorum ama sadece yedi liram kaldı! Bu kitabı okumalıyım mutlaka…” diyen dünya tatlısı genç kızımızı kırabilir miydim?

Bedava dağılan ürünlere ilgi çok yoğundu. Bazıları da okurlarımın kitaplarını imzaladığım kaleme göz dikerek “ Alabilir miyim?” sözleriyle kitabımı değil ama kalemimi almayı tercih ettiler. Bazı kitap kıymeti bilenler de(!) izinsiz ve teklifsizce üzeri sele fon kaplı kitabımı alarak üzerinde adres yazdılar. En nefret ettiğim şey saygısızlıktır. Üzerinde adres yazılan kitabın kapağı bozuluyor. Bastırarak yazdıkları için adres aynen kitabın kapağında… Artık dayanamadım, söylenmeye başladım. Çok titizimdir, kitap alırken lekeli, bozuk görünenleri asla almam. Ben böyleysem okurum da böyledir, okurlarıma sonsuz saygı duyarım.

Kitaplarımı imzaladığım standın önünde dikilen saçları başları karmakarışık iki beyefendiden söz etmek isterim. Daha bir ay önce yayımlanan “Güz İkindisi” adlı kitabımın adını okumaya çalıştılar. O kitabımın kapak tasarımı ünlü ressam hattat kaligrafi ustası Sayın Etem Çalışkan tarafından yapılmıştır. Bu nedenle kitabımın adı hat sanatının ürünüdür. Önce “güz ikincisi” diye okudular. Sonra “Bu kitap ikincisiymiş” dediler.  “Yok, güz ikindisi yazıyor. Ne kadar anlamsız bir isim… Güz akşamı olsaymış!” sözlerine “Ben böyle yazdım, siz de güz akşamını, sabahını yazın. Hatta arzu ederseniz güz yatsısını da yazın.” dedim.

Üstü başı dökülen ufak tefek esmer adam, yanındaki arkadaşını işaret ederek “Bu da şair hem de bütün şairleri susturacak kadar büyük şair!” diyerek gülümsedi. Ardından bana dönerek “Bak, sana bir şiir okuyayım.” dedi ve aşağıdaki dizeleri okudu.

“Saat üçe kadar bekledim seni

Ama gelmedin sen beklettin beni…”

Ben şiirdeki muhteşemliği(!) kavrayamayınca bu sanat şaheserinin arkadaşına ait olduğunu gururla söyledi. Adam arkadaşını çok büyük bir şair olarak görüyordu. Oysa o kişinin yayımlanmış kitabı olmadığı gibi bir şiiri bile herhangi bir yerde yayınlamamıştı. Şair beyin sonradan söylediğine göre yayınevleri kendisine yalvarmışlar. Üstelik parasız basacaklarmış ve bin kitap da kendisine vereceklermiş ama kabul etmemiş.

Eskiden çocukluk yıllarımda gittiğim düğünlerde atışma yapan ozanlar olurdu. Çok severdim onların atışmalarını... Bir zamanlar Halk Ozanları dernek başkanlığında bulunduğumda arada sırada atışma yapmışlığım da vardır. O an aklıma şu dizeler düştü:

 “Saat beşe kadar bekledim seni,
Şairliğin eski değil, belli yepyeni,
Hayal kırıklığına uğrattın beni!
Dayanamam böylesi densizliğe,
Git başımdan katlanırım sensizliğe!”

Saçmalığa saçmalıkla cevap vermeyi düşündüysem de kendimi tuttum.  Güzün değişik sürümleri aklımdan geçti. Güz sabahı, güz kuşluk vakti, güz yatsısı… Sonra vazgeçtim. Onları bu iki beyefendi yazsınlar!

Bir başka hanımefendi kitabımı eline alarak “Bunu siz mi yazdınız?” diye sordu. “Evet.” Cevabını alınca da “Hepsini siz mi yazdınız?” dedi.  “Evet.” dedim ama içimden de “Yok, yarısını ben yazdım.” cümlesini geçiriyordum ki aynı hanımefendi “Bu şiiri de siz mi yazdınız?” sözleriyle sabrımı zorladı. Onayladığımı gösterecek şekilde başımı salladım. Aslında şöyle demeyi çok isterdim:

“Bu şiirleri mahallece ve de ailece toplanarak yazıyoruz. Gösterdiğiniz dize Nermin Abla’ya, sonraki dize Bekir Ağabey’e, diğer dize kızım Sena’ya, şurası kapıcımız Zübeyir Efendi’ye, son kısım da Bakkal Mahmut’a, bu dize ise rahmetli Yaşar dayıma aittir. Arada rahmetli babam ve annemi de ruh çağırma seanslarıyla davet ederiz. Bazen dedelerim, ninelerim de aramıza katılırlar. Biz şiirleri böyle topluca yazarız.”

Ben bunları komik bulurken kızımın tiyatro oyuncusu arkadaşları yanımıza geldiler. Sağ olsunlar, bize içecek ve yiyecek getirmişler. Sohbet anında Turgut: “ O da bir şey mi? ‘Arı Maya’ adlı çocuk oyununu oynuyoruz şu aralar. Tiyatroyu telefonla arayan bir hanımefendi  ‘Oyunu insanlar mı oynuyor?’ dedi. Çok güldük.”

“Yok. Orman hayvanları toplayıp kulaklık takıyoruz. Onlar oynuyorlar. Çekirgeleri ise büyük fedakârlıklarla tropikal ormanlardan topladık. Yalnız tavşana havuç yetiştiremiyoruz.” deseydiniz ya! Dememişler.

Bir delikanlı da “ Şiirleriniz çok güzel ama kitap kapaklarınız çok kötü…” dedi. Tam ağzımı açacakken kızım masanın altından ufak bir tekme attı. Şiirleri beğenmesi çok güzeldi ama kapaklara asla laf söyletemezdim.  Etem Çalışkan gibi büyük bir ustaya ait kitap kapaklarımın çalışmaları… Haksız eleştirileri sonuna kadar dinlemekte zorlanıyorum maalesef… Hele bam telime dokundukları zaman hiç dayanamıyorum. Sustum. Atalarımız ne de olsa “Söz gümüşse sükût altındır.”  demişler.

Biraz sonra küçük bir çocuk bana sevgiyle bakarak: “Siz yazar mısınız?” dedi. Ben de şaka olsun diye göz kırptım ve “Bilmem! Sence yazar mıyım?” dedim. Annesi koluna yapışmış çekiştirirken çocuğuna “Yazar değilmiş işte!” diyordu. Çocuk ise “Anne o yazar… Ne olur konuşayım bırak beni!” diye çırpınıyordu. Kadın, çocuğunun eline sıkıca yapıştı, sanki bir yere yetişmek zorundalarmış gibi sürükleyerek fuarın sonuna doğru götürdü. Fuarın bittiği yerde takı satılan bir stant vardı. Kitaplara göz atmadan dosdoğru oraya gitti. İncik boncuk satın aldı. Kitap fuarına gelip tek kitap almadan çıkıp gidecekken çocuk bana sevgi dolu bir bakış fırlattı. Ben de “Hanımefendi lütfen bakar mısınız? Çocuğunuza bir kitabımı imzalayıp hediye etmek istiyorum.” dedim. Kadın, parasız olduğunu duyunca yaklaştı. Çocuğa adını sordum. “Ali Kemal…” dedi. Kitabı “Sevgili Ali Kemal’e vatan, millet, insan ve okuma sevgisinin hiç bitmemesi dileğimle…” yazarak imzaladım. Günün tarihini ekledim ve Çukurova Tüyap Kitap Fuarı diye not düştüm. Çocuk “Canım Türkiye’m” adlı kitabımı göğsüne bastırdı. Çok mutluydu. Annesi artık onu çekiştirmiyordu. Çocuk da annesi de bana teşekkür ederek uzaklaştılar. “Anne, ben sana bu teyze yazar demiştim de bana inanmamıştın. Bak, kitabın arkasında resmi bile var.” dedi haklı çıkmış olmanın gururuyla…

Bir fuar daha acısıyla tatlısıyla son buldu. Her fuardan onlarca anı toplayarak şairlik ve yazarlık serüvenimi sürdürüyorum. Can sıkan olayların yanı sıra epeyce güzellik de yaşıyorum. Hayat böyle tatlı, böyle güzel… Bir deniz gibi bazen sütliman, bazen dalgalı, bazen de hırçın fırtınalı… Hayatın dalgaları dinginliğinden daha da güzel bence… Dümdüz bir hayat, anlamsız olurdu belki de… Ne dersiniz?

 

HARİKA UFUK
ADANA 
16 OCAK 2012
SAAT: 13.00

 
Toplam blog
: 389
: 261
Kayıt tarihi
: 01.12.13
 
 

Adana'da doğdu. Öğrenim hayatına İstanbul'da Çengelköy İlkokulu'nda başladı. İstanbul Marmara Ünive..