- Kategori
- Güncel
Heybem pek ağır bu sefer
Hikayesinden ibarettir insan dediğin. Her insan bir dünya, her dünyada ise ayrı bir hikaye mevcut. Nereye gidersen git, çıkar karşına ayrı bir hikaye. Biz insan evladı düştük düşeli dünya denen bu feleğin çemberine, dağıldık dört bir yana, büründük bin bir çeşit renge, konuştuk 40 ayrı dille, ayrı dedik gayrı gördük lakin nereye gidersen git insan dediğin bir hikaye, hepsinin derdi bir başka büyük kendine!
Bir seferde olmak öyle bir hal ki sorma. Dışarıdan içeri doğru bir yol izliyor. Kulaktan, gözden, damaktan beyne, kalbe doğru… Yola çıkarken ne lazım olur diye kılı kırk yarıp hazırladığın bavuldan kat be kat daha ağır oluyor heyben gerçek bir seferden dönerken. Heybem de bin bir çeşit hikaye. Aldığım dolap süsleri, kitap ayraçları hatırlattıklarıyla çok yavan kalacak dönünce burada yaşayıp öğrendiklerimin yanında.
Kaç boyutlu bir gözlük edindim hesap edemiyorum son zamanlarda. ama ülkemin gerçeklerine dahi 3.bir gözden bakabildim. Bir başkasının acısının içinde dolaşmak, bir başkasının yarasının kabuğunu tırnaklamak ya da akan kanına pamuk basmak çok daha kolay. Aynı zamanda bir başkasından dinlerken ana fikri aynı kahramanları farklı olan benzer bir hikaye çalınabiliyor kulağına. Gerçekten canla, yürekle dinliyorsan! Katalunya… Çok şey öğrettin bana. kültürünle, insanınla, tarihinle, mücadelelerinle… Oturdum dinledim hiç sıkılmadan her bir insandan. Ne istediklerini, niye istediklerini, neye sahip olduklarını, neyi alamadıklarını… Ve bu güzel şehir Barselona’da kurdukları düzenlerine, fazlasıyla sıcak kanlı insanlarına, sonuna kadar muhafaza edip paylaştıkları kültürlerine öyle bir ısındım ki ikinci şehir dedim buraya. biri Katalanlara laf söyleyecek olsa çatır çatır savunacak duruma geldim. Katalunya dedim konuşurken, katalunya! Hiç çekinmden. 'Catalunya is not Spain' dediklerinde tebessüm ettim sadece bölücü demedim onlara, öyle hissetmek istiyorlarsa hissetsinler kime ne onlar mutlu ve huzurlular bu şekilde dedim. Beni rahatsız etmedi. Bir İspanyol ne düşünüyor acaba benim hakkımda? Hiç düşünmedim. Daha doğrusu düşünmemiştim bugüne kadar. Bugün La Rambla’da yürürken bir afişle karşılaştım. Hem de öyle böyle değil kocaman. ‘Kürdistan’! şöyle bir durdum bir daha okudum. ‘kürdistan’. Ora nere? Bu ne? Ne demek yani tam olarak? Ayaklarım hızla beni o binaya doğru sürükledi. İçeri girer girmez kesin ve net, tek çırpıda ‘ben Kürdistan’ı görmek istiyorum’ dedim. Meğersem Kürdistan bir sergiymiş. Tamam olsun onu da göreceğim dedim. Katalunya’da bir Kürdistan’la karşı karşıyaydım. Hem de tüm çıplaklığıyla. Kimseye bir şey diyemem, kimseye derdimi anlatamam, ama’larım hiçbir işe yaramaz burda! İçimde dile geldi farklı farklı elifler. Bir o taraftan bir bu taraftan seslenmeye başladılar. Asla kendilerindem haz etmediğim ama her insanda olduğu kadar bende de zaman zaman baş gösteren milliyetçi duygularım, hep bilen hep içi acıyan en hümanist yanım, bir yaban elde beni benim dediğim bir sorunla köşeye sıkıştırdılar. Ben ülkemin burada böyle tanıtılmasını istemiyorum. İçimdeki yaranın burada kanamasını istemiyorum. Hem de bir başkasının yarasına bu kadar merak salmışken demezler mi bana sen önce kendi elinin kanını yıka! Kafamda yanıp sönen bin bir farklı renkle ampulle kanıksamaya çalışarak gezdim sergiyi. İnceledim her bir resmi, okudum her bir yazılanı, yorumu en ince ayrıntısına kadar. Karşıma ilk çıkan harita oldu. Benim doğduğum şehri de içine alan Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi, iran ve Irakı’ın da Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeleriyle bir Kürdistan haritası .Ve bir Kürt arkadaş vardı yanımda sergiyi gezerken. Zira İstanbul’da doğmuş büyümüş o haritadaki Kürdistan bölgesini hiç görmemiş. Baktık önce haritaya sonra birbirimize. Gülsek mi ağlasak mı bilemedik. Sen eyy kürt doğduğun topraklardan bir haber, bırak kültürünü yaşamayı, ayak basmamış, havasını solumamışsın. Sen eyyy türk, sen kürdistandansın! Orda doğmuş büyümüş, o insanlarla gülmüş ağlamış, aynı ekmeği paylaşmış, aynı halayda kol kola girmişsin! Peki kim kürt, kim türk? Sen nerdensin, ben nerdenim? Sen kimsin, ben kimim?
Daha kendimizi bile tanımlayamadan parçası olduğumuz bir serginin içinde geziyorduk. Resimler görüyor, hikayeler okuyorduk. Bir başkasından duyunca kulağa hiç de hoş gelmeyen hikayeler. Bir Kürt çocuğu hikayeni yaz butonuna basmış ve eklemiş… ‘ben karsta bir kürt ailesinde kürt olarak doğdum.’ İlkokula başlayana kadar hiç Türkçe bilmiyordum çünkü evimizde ve köyümüzde Kürtçe konuşulurdu. Okulda Türkçe konuşmak zorundaydık. Kötü aksanım ve alışageldiğim kültürüm yüzünden çoğu kez alay edildi benle, dışlandım. Türkçeyi iyi konuşmaya o an karar verdim. Tarih derslerinde Türklüğün yüceliğinden, şanlı tarihinden bahsedilirdi. Hepsini yıllar yılı çok iyi öğrendim. Üniversite çağlarına gelmiş bir genç olduğumda Türklerin şanlı tarihi, Türkçenin en ayrıntılı dil bilgisi kurallarını bile öğrenmişken hala kendimin nerden geldiğini kim olduğumu bilmiyordum. Hatta ana dilimi konuşmaktan çekinir hale gelmiştim. gittiğim üniversite de hem anadilim yüzümden hem bir türlü tam olarak düzeltemediğim bozuk Türkçe aksanım yüzünden hor görülüyordum. Ve ben hep sorunun kendimde olduğunu düşündüm buna ‘neden’ bile diyemedim yıllar yılı ötelenirken. Çabaladım bir şeyler için benim aksanım belki biraz daha düzeldi ama düzelmeyen bir şeyler vardı ki kardeşlerim de aynılarını yaşadılar.’
Tüm sergi boyunca çok şey gördüm okudum. Kimine çok kızdım, kimini çok yanlı buldum. Abdullah Öcalan’dan tutun, Leyla Zanalar, Şemdin Sakık’lar… Hepsine hiç üşenmeden yer vermişler. Lakin bir şu okuduğum hikaye yetti benim tüylerimi diken diken etmeye. Çünkü en yalın haliydi aslında bizim sorunumuzun. Başka bir ülkede görmek istemeyeceğim tek şeydi ülkeme dair. Kendi topraklarında söyleyemediğini dert yanar gibi başka ellere anlatması. Eminim o sergiye giden herkes benim Katalan’ları dinlediğim gibi okuyordur o hikayeyi. Eminim onlar da bana sitem edip kızıyorlardır. Belki onlar da bu yüzden ısrarla Kürdistan diyorlardır. Ben kendi ülkemde bunu duymasam da burada söyleniyor işte.
Kan, silah, ölüm… Bir bunlara biçecek kaftanım yok benim. Bir bunu anlayışla karşılayamam. Bana hiç kimse hiçbir şekilde ölümün erdeminden ve gerekliliğinden bahsetmesin. Anlamak istemiyorum, anlamamakta direniyorum! Ben kana bulanmış ellerle kucaklamak istemiyorum kimseyi, yıkasak da elimizi onun acısı geçmiyor çünkü. Kimsenin gücü yetmiyor ölümün doğurduğu kini bastırmaya. Yetmiyor ki yıllar yılı bitmiyor bu üstü hoşgörü laflarıyla örtük kin. ama ben artık bitsin istiyorum!
Zülfü Livaneli’nin geçen haftaki yazısını çok beğendiğim. Onun da dediği gibi şöyle oturup elimiz vicdanımızda bir düşünmek lazım. Kürt vatandaşlarımız ne istiyor gerçekten? Hani silah kuşanıp dağa çıkmayan ya da siyasete de girmeyen bir vatandaş, sen gibi, ben gibi bir Türkiyeli Kürt vatandaş ne istiyor? Kürdistan mı istiyor? Hayır, gerçekten hayır! Kendi diliyle, kültürüyle, kendini ait hissettiği kimliğiyle kabul görüp yaşamak istiyor. Ama bunları onlara lütfeder gibi vererek değil, sindirerek, sen ne kadarsan onun da o kadar olduğunu, sen neysen onun da o olduğunu bilerek…
Şimdi söyler misiniz kim çizdi benim bugün gördüğüm haritayı. New Yorklu bir fotoğrafçı. Gerçekten olsaydı sormak isterdim ona söyler misin İstanbul’da fabrika sahibi Kürt arkadaşımı mı malını mülkünü bıraktırıp Kürdistan’a yerleştireceksiniz yoksa kendini bildi bileli o topraklarda olan babamı mı sen Kürt değilsin diye köklerinden söküp oradan alacaksınız? Bunu kim yapabilir? Belki Katalunya ayrılmak ister bilemem ben onlardan değilim. Ancak sempati duyarım kendilerine, içim ısınır bir daha ne zaman duysam, görsem. Ekmeklerini yemişliğim, evlerine konuk olmuşluğum var pek severim bu insanları. Zira kanlarını bilemem… Lakin kendi insanımı bilirim. Kendi insanınım kanını bilirim ben. Kapı komşumu bilirim, yeri gelir gözünün içine baktığım adamı bilirim, sıra arkadaşımı bilirim, manav Zeki abiyi bilirim. Bilmediklerim de vardır elbet. Ancak pire için yorgan yakmam. Ben hammaddeyi korurum. İşini özüne inilmesi gerektiğine inanırım.
İşte bizim sorunumuz düzeltilmesi gerekeni Karslı Mehmet’in aksanından ibaret görmemiz, ısrarla. Düzeltilmesi gereken o değil sadece. Ona anadilini konuşma özgürlüğünü verip ‘siz’ dememek, biz olmak mesele. Sen ona ‘siz’ deyip bir şey yokmuş gibi davranırsan sonra o sana söyleyemediklerini başkasına söyledi diye kızamazsın. Ona nankör deyip işin içinden de çıkamazsın.
Heybem ağır pek ağır bu sefer. İnsan her coğrafyada her yerde insan. Kimlik sorgulamaları, üstünlük psikolojisi, varlık mücadelesi ne kadar benzer. Bir başkasının yarası için acırken, kendi yarana ne kadar duyarsız kalabilrsin. Kalmamalısın! Onlardaki 'farklı' iyi, bizdeki 'farklı' kötü diyebilir misin? ama'larını koy bir kenara şimdi, elini de vicdanına koy, o 'ama'lar seni merkezden biraz daha uzak çemberlerden öteye götürmüyor. İşin özü aynı, aynı yerde dönüp duruyoruz. Hem farklılıkların olması gerçekten tabulaştırdığımız kadar kötü mü, öcü mü? İnsanı insandan da ayıramıyorsun işte. Bu bir gerçek. Var olmanın, insan olmanın gerçeği. Nereye gidersen git var bir benzeri. Sadece şunu diler şunu söyler oldum bu seyahat süresince kendi hikayemize de bir başkasınınkini dinleyebildiğimiz kadar sağduyulu, objektif ve metanetli yaklaşalım . Çünkü her ikisini yaşayan da düşünen de insan! Ve sen de bir insansın, yok kimseden bir üstünlüğün. Herkes bunu yapabilse ne Mehmetler üzülür ne Elif’ler bunu bir başka diyarda görünce bozulur.
Heybem ağır, pek ağır bu sefer…