- Kategori
- Deneme
İkincisi işlenemeyen tek nakış

Geçmişi silmek: ayrılmak gibidir, eskiyi yakıştırmak gibidir sevgilinin adının başına, birini sevmeyi eskitmek, eskide sevmek gibidir birini. Yol almış gibi eski adımlarına bakmak, durağanlığını farkına varıp sessizce ağlamak gibi, bir şeylerden vazgeçip bir şeyleri başlatmak , görmeyi unutup görülmeyi istemek gibidir yalnızca yarın için yaşamak. Topuklarımızda çamur, üstümüz başımız geçmiş… Aşinayız geçecek tesellilerine, yüzünde zuhur eden bir tebessümü kusur sayıp yok farzetmelere. Başarabiliriz silmeyi her ayak izini, hayat izini, her karışı hayatımızdan, adımladığımız yolları temizleyebiliriz dokunuşlarımızdan. Hayatın şakalarına gülebilmek zanaat ister, oysa çok daha farklı ciddiyetimiz. İki kuru dalı olur kalırız diğer dalları tomurcuklu bir ağacın, mevsimimiz kasvet derdimiz kesret olur kururuz, ahımız kurak ahdımız yağmur bekleyip dururuz bir damla düşecek diye payımıza.
Severiz biz bağlanmayı, zahid oluruz geceye gündüze, ayrım yapmayız siyahla beyaz arasında, güleriz ayrım yapanların kusurlarına. Bir şeyi sevmek için neden aramayız. Zaruridir bizim için mevsimleşmek, kışa kış, bahara bahar yaklaşıp, aynılaşmak. Fuzulidir bizim için seçmek, çölle su, mecnunla yar kıyası istemek. Acıyorum kendime ben ben olsaydım yapmazdım diyorum, eğer ben ben olsaydım… Rezil bedenler içinde vasat ruhlarla dolaşıyoruz, sefil kafiyeler süslüyor, yarım kalmış mısralar hasat ediyoruz. Kifayet lazımken sahipsizliğimizi kafi görüyoruz. Dilimizden sarf edilen kafiyeler batıyor dudaklarımıza birer birer, dışı dolu içi boş hayatlarımızı hissettiriyor kafiye yarıkları, dışardan güzel, yaşarken bayat görünen hayat yanıklarımızı…
Eteklerinde yağmur taşıyan kadınlar var gözlerimde, entarilerinin şifon kumaşı değdikçe ipek tenlerine damlalar serilir bir bir tenime. Gözlerimde onlarca kadın dolaşıyor, eteklerinde yağmur olan kadınlar… Düştükçe gözlerim aşağıya, değdikçe etekleri birbirine, ıslanırım damla damla. Şarkılar duyarım böyle zamanlarda, kulağıma fısıldanırlar inceden, nakış gibi işlenir her nota. İşlenen nakışlara gül deseni dokurum, kar soğuğu, gün ışığı bırakırım. Nakış nakış mırıldanırım, gül, ışık, kar söylerim bağır çağır… Nakış böyle söylenir dostlar, seslenir, can kazanır dokunuşlar, yeni ayak izleri, silinmemiş hayat izleri bulunur mırıldanmalarımızda.
Oysa, vasat ruhlarımıza vuslat sonlar yavaş yavaş yaklaşıyordur. Silinen geçmişimiz yeni gelecekler doğuruyor, yüzleri aynı kendisine benzeyen geçmişimizin yarınları doğuyordur. Aynılaşarak yaşıyoruz tek makamlık şarkılarımızı, kimi hicaz kimi buselik, şarkılarımız var kimi segah kimi nihavent. Makamlarımız farklı birbirinden ama hepsi aslında tek makam; ne bir eksik ne bir fazla ötekinden. Sonunda hepimiz makam, hepimiz şarkı, hepimiz soluk oluyoruz, notalarda unutulup gidiyoruz, aynı makamla yola çıkıyoruz yalnızca. Ölüme nakış yakıştıramayan aslımız, bugüne kadar neler icat eden insanoğlu tek bir şeyi atladı bunca makam geçerken, ikinci bir cenaze marşı, ikinci bir veda makamı bulamadı giderken…