- Kategori
- Aşk - Evlilik
İmkansız aşk

Aşkların en kötüsü tek yanlı olanıdır. Çünkü bu aşk, aşka aşık olmak üzerine kuruludur. Hüzünlü hikayelerdir aslında tek boyutlu aşklar..Ama aşkın kendisinin temelinde de hüzün vardır.
Platon, aşkın güçlü bir yaratık (daimon) ve insanlar ile tanrılar arasında bir elçi olduğunu söylemiş ve aşkın, bölünmüşlük ile varlığımızdaki yalnızlık duygusunu kaldırmaya yönelik bir bütünleşme arzusu olduğunu da söylemişti. Platon'un bu düşüncesinin ardında yatan mitolojik öykü şöyle: Eskiden iki değil, üç cinsiyet vardı; erkek, kadın ve ikisinin birleşimi. Bu üç cinsiyetin de iki yüzü, dört kolu, dört bacağı ve iki cinsel organı vardı.
Yani cinsiyetlerin birinde iki kadın, diğerinde iki erkek ve öbüründe de bir kadın-bir erkek bir aradaydı. İnsanın bu üç cinsiyetten oluşan ataları o kadar güçlü ve baskındılar ki, tanrılar için tehlike oluşturmaya başladılar. Zeus duruma müdahale etti. Onları ortadan ayırdı.
Şölen'inde, "Vücutları bu şekilde ikiye ayrıldıktan sonra, her iki yarı birbirini hep özledi. Her birimiz, bir insanın diğer yarısıyız ve herkes kendine uygun öteki yarıyı arıyor. Kendi yarısına rastlayan aşık, arkadaşlık, güven ve aşkın yarattığı o harika duygularla doluyor."
Bu platonik öykünün bir de ruhçu/spritualist versiyonu vardır bu da eş ruhlar ya da ikiz ruhlar denilen bir ruhsal kavrama denk düşer. Fiziki bedenlerimizi almadan önce enerji boyutunda androjen (hem erkek hem dişi) varlıklardık. Bütünlüğü ve dengeyi kendi içimizde deneyimliyorduk. Fiziki boyuta maddeyi deneyimlemek üzere gelirken burada var olmak için kutuplaşmaya ihtiyaç duyuldu. Bu bölünme bizim içsellik ve dışsallık yönlerimizde de gerçekleşti. İçsel yönümüz dişi yarıyı ve dışsal yanımız eril yarıyı oluşturdu. Fiziksele indiğimizde iki karşıt enerji olarak var olduk, erkek ve dişi olarak. Diğer yarımız ikiz alevimiz ya da ikiz ruhumuz olarak adlandırılır. İkiz ruhunuz sizinle benzer titreşime sahiptir, görünüş olarak sadece madalyonun öbür yüzüdür. İkiz ruhlar bölündükten sonra her bir ayrılmış parça kendisini enerji olarak tamamlayacak başka bir ruhla eşleşir. Bu yeni ruh, ruh ikizleri gibi tam zıt değildir, karşı cinsin kutupsallığına sahiptir ama benzer titreşimdedir. Bunlar fiziksele gelen esas eş ruhlardır. Eş ruhlar birbirlerini dengelerler ve birbirlerine eksik olan fiziksel deneyimleri getirirler. Eş ruhlar, ikiz ruhlar gibi karşıt kutupların kaynaşması için katalizör olarak çalışmazlar tam aksine sizin kendi enerjinizi dışarıdan dengeleyen ve dinginleştiren bir oyun arkadaşıdırlar. İşte bu, bizim insan gözüyle “Mutlu aşk hikayesi” tarifimize en çok uyan ilişki modelidir. Kolayca kurulmuş, dışsal temellere dayanmayan derin bir bağdır. Esas eş ruh çifti birbirini enerji olarak onurlandırır ve dengeler. Birisi dünyevi ve dışa dönük iken diğeri daha içsel ve ruhsaldır.
Her iki hikayenin temelinde de bir hüzün var çünkü insan bir bütünken ayrılmakta
Bu düşünce 20 yüzyılda yaşayan ünlü psikanalist Jacques Lacan’ın arzu eksik üzerine kuruludur düşüncesinin de kaynağı oldu. Lacan’a göre Annesinin kollarında onun sütü ile beslenen, onun tarafından korunan çocuk hiçbir şeye gereksinim duymadan tam bir bütünleşmişlik duygusu içinde yaşamaktadır. Ancak ayrılık kaçınılmazdır, tam insan olmak yetişkinlerin dünyasına katılmak üçün bu gereklidir. Anne doğadır, baba ise kültür ve çocuk yetişkin olmak için babanın dünyasına girmeli konuşmalı dili kullanabilmelidir.
Ayna evresi adını verdiği bu evrede çocuk aynaya yansıyan kendi imgesinin farkına vararak ben bilinci edinir . Ama ben bilinci edinmenin bedeli bizden kopmaktır. Anneden kopmaktır.
Böylece çocuk hayatı boyunca hep bir eksiklik duygusu içinde yaşar ve hep tamamlanmak, hep onaylanmak gereksinimi duyar.
İktidardan tüketime dek pek çok alandaki davranışlarımız anlamakta hayli işe yarayan bu teori aşk içinde bir gerekçedir. Aşkın temelinde her iki öyküde de rastladığımız tamamlanma duygusu yatar.
İşte karşılıksız aşkın bu denli yürek parçalayıcı bir hüzne dayanmasının nedeni onun asla tamamlanamayacağı, asla kavuşamayacağı gibi, sevgiliden gelen yansımalardan da yoksun kalmasıdır.
Bu boyutu ile karşılıksız aşk Güneş ve Ay’a benzer. Ay bir gezegen, bir soğumuş yıldızdır. Artık yakıtını tüketmiş ve soğuyarak bir tür taş küreye dönüşmüştür. Buna karşın Güneş henüz ateşini devam ettiren bir yıldızdır. İşte ay parlayabilmek, geceyi aydınlatabilmek için güneşin ışığına muhtaçtır. Aşk da böyledir aslında, biraz da geri besleme aldıkça büyür, gelişir ve sağlıklı bir biçime kavuşur.
Karşılıksız aşkın hüznü bu geri beslemeden yoksunluktan doğar. Sevgili sever, karşılık gelmese de sever, aşk nağmeleri ile geceyi şenlendiren bir bülbül olarak o nağmelere eşlik edilmese de sever. Dahası sevdiğinin üzerine titrer ona kol kanat gerer. Onun için elinden gelen tüm fedakarlığı yapabileceği her şeyi yapar. Yorgun bir atlas gibi taşır dünyanın yükünü üzerinde, sevgilisi için katlanır bin türlü cefaya. Karşılığında ise eline geçen hiçbir şey yoktur.
Seven kişi çocuğu için hayatını bile çekinmeden veren bir annenin çocuğunu sevmesi gibi sever onu. Sevilen ise tüm bunlar karşısında öylesine kayıtsızdır ki diyelim sevgili sevdiğine en sihirli aşk sözcüklerini anlatırken, o ilgisiz bir şey söyleyerek bununla hiç ama hiç ilgilenmediğini ima eder karşısındakine.
Seven kişi bunun karşısında bir kez daha kahrolsa da belli etmez, sevgiden şımarmış sevgilisine pembe gülücükler saçmayı sürdürür. Onun diyelim “yaa midem bulandı kustum sanırım akşam fazla kaçırdım” gibi bu romantizm sağanağını imha eden sözlerine “öyle mi canım, ah bir tanem, lütfen dikkat et kendine, hırpalama kendini” biçiminde yaklaşır.
Bu yüzden aslında aşkların en soylusu olan bu aşk türü bir yanıyla da salakçadır, çünkü aslında sevilmeyi sevgiyi zerre kadar hak etmeyecek birine tutulmuştur o kişi. Lakin aşkın bir trajedi olmasının ardında biraz da bu yatar. Çünkü gerçekte mantıklı olarak düşündüğümüzde, asla aşık olamayacağımız kişilere aşık oluruz çoklukla, üstelik sizi kollayan, sizin üzerinize titreyen size yaşanabilecek en güzel şeyleri yaşatacak kadına/adama değil de bize en çok eziyet edene aşık oluruz..
Üstelik siz aşkın acısı ile yüreğiniz dağlanmış bir halde eziyet çekerken o yine yanı başınızdadır. Siz onun omuzuna yaslanmış ağlarken onun o anda ne denli mutlu olduğunu, bu an için dünyaları bile vereceğini fark etmezsiniz bile. Sizin göz yaşlarınız onun için yağmura susamış bir toprağın suya kavuşması gibi şenliklidir. Ama siz bunların hiç birini aklınıza bile getirmez onu bir dost, iyi bir arkadaş olarak konumlandırırken o içten içe bir köz gibi yalazlanmayı sürdürür. Sizse size bin türlü eza ve cefa çektiren sevgiliyi unutmak bir yana o eziyetleri defalarca yaşayabilmek için o sevgilinin ardından göz yaşları dökmeye devam eder, onun için hayatınızdan bile vazgeçmeye kalkarsınız.
Ama yaşam böyledir. Hayat paradoksaldır, çelişki onun adeta varlığına nüfuz etmiştir. Kim bilir belki de insanoğlu acı çekmeyi seven, acıya tutulmuş melankolikler olmayı sevginin müşfik kollarında mutlu olmaya yeğleyen birer mazoşist olsa gerek. Bu çelişkiler olmasa hayat bir trajedi olmayacaktı.
Peki ya siz trajik olanı mı, yoksa gönenmeyi mi tercih edenlerdensiniz?