Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Şubat '13

 
Kategori
Öykü
 

İnsan, yaşam ve tragedya - I

İnsan, yaşam ve tragedya - I
 

Hayatını özerk bölgelere ayır desem, ben nerede yer alırım çok merak ediyorum. Gözümü seninle açtım, seninle büyüdüm; bildiğim hemen her şeyi sen öğrettin de şimdi gördüklerime inanamıyorum. Sanki içinde birbirinden bağımsız on Kağan daha var. Ve ben hangisiyle konuşacağımı şaşırıyorum.”

“Ne zamandır, Kağan’da Görmek İstediklerim diye bir listen var? O listeyi bana da verseydin de çalışsaydım dersimi bari.”

“Öff! Sarhoşsun sen. Neden bu kadar çok içiyorsun, anlamıyorum.”

“Mutluluktan karıcım. Harika bir eşim, dünyalar tatlısı bir kızım var. E manzaranın da hakkını yememek lazım. Gel de içme yani."

“Aşkım, çok üzülüyorum. Böyle içine kapanmana, içindeki fırtınalardan beni uzak tutmana bir anlam veremiyorum. Her evlilikte sorunlar olabilir; ama bunların aşılamayacak kadar derinleşmesine izin vermemeliyiz. Bak, İrem de çok etkileniyor. Devamlı seni ve beni gözlüyor. Birbirimizle tartışmaya harcadığımız zamanı onunla geçirsek daha iyi olmaz mı? O ne babasından ne de annesinden ruhen uzak büyümemeli.”

“Kendimi uzun süredir çok yalnız hissediyorum Tuğçe. Hiç öz eleştirini yaptın mı? Benden ne kadar uzaklaştığının farkında değil misin? Ne yapacağımı, nerede duracağımı bilemiyorum. Evet, içki de benim zayıflığım; ama inan ki sığınacak başka kovuk bulamıyorum. Kayıyorsun ellerimden, görüyorum ve nedenini anlamak için çırpınırken boğulacak gibi oluyorum. Nasıl, neden, ne zaman bu hale geldik. Daha onlarca soru geziniyor kafamda. Tek tek cevaplarını aramaya kalktığımda kapkara bir boşluğa düştüğümü hissediyorum. Öyle korkuyorum ki.”

“Saçmalama Kağan. Bize olan da her evlilikte olandan. İlişkimiz eskidi sadece. Kaç yıldır tanıyoruz birbirimizi, 20 yıl mı? Tabii ki duraksamalar olacak. Ben kırkıma geliyorum sen çoktan aştın. Devamlı agucuk-gugucuk yapacak halimiz yok ya!”

“Öyle de ben niye senin gibi değerlendiremiyorum! Sende evliliğimizin şu halinin bir açıklaması varken ve kendini rahatlatabiliyorken, ben neden bu kadar mutsuzum?”

“Çünkü kafanda şüphe ve kuruntularla yaşıyorsun. Ne oldu benim öz güveni tavan yapan yakışıklı kocama? Senin de etrafında onlarca güzel kadın var, beni hiç tırnaklarımı yerken gördün mü?”

“Seni çok seviyorum Tuğçe’cim. Bayılıyorum şu sakin duruşuna, olaylara sağ duyulu yaklaşımına.”

“Ben de seni seviyorum aşkım; ama daha çok İrem’imizi seviyorum. Rahat ol, e mi; getirme aklına da garip garip şeyler. Doldur bakalım benim kadehimi de.”

*****

Aslında içinde dindirilemez fırtınalar kopan kendisiydi ve çok da üzülüyordu. Kağan’la birlikte büyümüş, yaşamı birlikte öğrenmişlerdi. O’ndan başka erkek tanımamıştı ve beklendiği gibi de evlenmişlerdi. Çok mutluydu önceleri. Cimcimeleri de gelince mutlulukları sanki on kat artmıştı. Kalabalık bir ailenin çok sevilen geliniydi ve ona öğretilen tek yaşam şekli de tanıdığı ilk erkekle evlenmesi, çoluk çocuk sahibi olup ailesiyle yaşlanmasıydı. “Sonraları”nı kendi öğrenecekti.

Bu fikrin doğruluğunu savunan eskilerin ne kadar hatalı olduğunu anladığında yıllar geçmiş ve hiç bilmediği bir yaşamın aralanan kapısından girmişti bile! Otuzlu yaşların olgunluğunda; bir başka erkeğin de hayatına girebileceğini hissetse de, o heyecanın iliklerine kadar işlemesine izin verse de, etik anlayışına aykırı olsa da, kızının yüzüne bakmakta zorlansa da, Kağan’ın gözlerine sen çok haklısın diye haykıramasa da Aras’a duyduğu sevgi ve derin aşk on sekizinde Tuğçe’nin Kağan’a duyduklarından çok farklıydı. Yine de hayatının değişmesine izin vermeyecekti. İrem’i asla üzmeyecek, babasız bırakmayacaktı. İki ilişkiyi birlikte nasıl sürdürebileceğini bilmiyordu çünkü daha önce yaşamamıştı. Ne Kağan’dan ne de İrem’den vazgeçmeyecekti de bunu Aras’a nasıl anlatacaktı. Çünkü ondan da vazgeçmeyecekti. El ele pastaneye, sinemaya gidebilecekleri bir ilişki değildi bu. Aras bekar ve aşık bir erkekti ve elbette Kağan’ı kıskanacaktı. Belki de evlenmek isteyecekti. Aras’la kısıtlı ve zor şartlarda bir ilişki sürdürürken -onu hayal etmemeye çalışarak- kocasıyla sevişmeye devam ediyordu. Nefes nefese geçen gecenin sabahında Aras’a günaydın aşkım demek kendini iğrenç hissettiriyordu. Aras’ın geceyi başka bir kadının koynunda geçirdiğini düşündüğünde ise kalbi yerinden çıkacakmışçasına atmaya başlıyordu. Ne Kağan’dan ne de Aras’tan vazgeçemiyor, içine düştüğü labirentten kurtulamıyordu. “Keşke tanımasaydım Aras’ı.” dediği, ondan kurtulabilmek için başka komplimanlara yenik düştüğü bunalımlı günlerden sonra ona daha da bağlandığını midesindeki kramplardan anlıyordu. Aras’ın dudaklarının değdiği yerde başlayan depremler hızla tüm vücudunu sarıyor, kendini bambaşka bir dünyada değil cennette buluyordu.

*****

Oldukça fazla kadın görmüş; ama pek azını tanımıştı. Daha doğrusu, tanımaya değer bulmuştu. Hayatının hiçbir döneminde bir kadını bel-kalça-göğüs ölçüleriyle anmamıştı. Kadına en çok yakışan, pırıl pırıl bir zekaydı ve o zekanın işareti ateş çakan gözlerden oldum olası etkilenmişti.

İşte, Tuğçe’yi ilk gördüğünde dikkatini çeken de gözlerinden fışkıran ateşti. Aylarca o ateşten uzak durmuş, sonraki aylarda da Tuğçe’nin evliliğine saygı duymuştu. Onlar uzak durmaya çalıştıkça tanrı birbirlerine itiyordu. Tanrı da onlardan yanayken kimden af dileneceklerdi.

O’nu ilk kez öptüğünde kalbinin durduğunu sandı. Tekrar atmasa da olurdu. Dudaklarına yapışan nemle cennete gideceğinden emindi. Orada beklerdi ve nasıl olsa o da gelecekti.

Aşkı hiç bu kadar derinden hissetmemişti. Birbiri ardına patlayan kasırgalarda oradan oraya savrularak geçiyordu günleri. “Neden evli bir kadına aşık oldum?”u hiç sormadı kendine. Soyutladı Tuğçe’sini kocasından, merak da etmedi o erkeği. O’na bir kadının nasıl sevilebileceğini gösterecekti. Aşkın gücüne inanıyordu ve Tuğçe doğru kararı elbet verecekti. O karara da saygı duyacaktı. Bir üçgenin kalıcı köşeleri olmak onlara yakışmazdı. Dünyadaki tek örnek onlar değildi ya. Binlerce insan evliyken de aşık olabiliyor, boşanıp tekrar evleniyordu.

Yirmi gündür görmüyordu onu. Canıımmm diyerek iç çekti. Kokusunu, tenini ne kadar da özlemişti.

“Lütfen kemerinizi de çıkarır mısınız?” diyen görevlinin sesiyle düşüncelerinden uzaklaştı.

Lanet olasıca trafik endişesiyle erken çıkmış ve sorunsuzca ulaşmıştı havaalanına. Aslında daha evden çıkmadan kemerini, saatini el çantasına koyar, bir daha da güvenlik kontrolunda uğraşmak zorunda kalmazdı. Bu sefer atlamıştı işte. Saati de kolundaydı.

Uçuşuna daha iki saat vardı ve terminal de normalin üzerinde kalabalıktı. Aprondaki uçaklara baktı biraz. Çocukların cıvıltısına karıştı. Hayat ne güzel ne kolaydı onlar için. Çocuk kalabilseydim keşke diye geçirdi içinden. Bara gidip bir şeyler içmeye karar verdi. Bankonun önünde tek sandalye boştu; ama onun da üzerinde bir çanta vardı.

“Afedersiniz, bu çanta sizin mi?” dedi, komşu sandalyelerde oturan baylara bakarak.

Sol tarafta oturan erkek, “A benim. Buyrun lütfen.” diyerek aldı çantasını.

Bir süre, "Acaba ne içse"yi düşündü ve saf malt birası istedi. Hayatında şekere yer yoktu. Aslında, yeni fırınlanmış tuzlu fıstık yanında dipfrizde dondurulmuş bardakla servis edilen biradan hoşlanırdı; ama kış günü -bir havaalanı barında- fazlasıyla şımarıkça bir istek olurdu. Sağ tarafındaki komşusu bir kadeh daha içerse çıkış kapısını bulamayabilirdi. Sol taraftaki -çantasını alarak centilmenlik yapan- komşusu da akıllı telefonuyla cebelleşiyordu. Adımı doğru yazmayı bir türlü öğrenemediniz, ortada yumuşak g var geri zekalılar diye söyleniyor, içkisinden sık aralıklarla irice yudumlar alıyordu. Oysa dedesi, Kağan ismini ne özenle koymuştu, senin ismin Kaan değil, Kağan demişti. Telefonu çaldı.

“Aşkım, evet geldim. Barda mail'lerime bakıyorum. Bayılıyorlar adımı yanlış yazmaya. Votka içiyorum, limonlu. Ben de sana doyamadım Aslı’cım. Tamam hayatım, iki hafta sonra yine geleceğim. Çok özle beni, olur mu? Ya sen ne takıyorsun karımı kafana. Ben yalnız seni seviyorum ve sana aitim. Kızım biraz daha büyüsün de…”

Hemen yanı başındaki marjinal konuşmaya kızmalı mıydı bilemedi. Zaten komşusu da kusura bakmayın der gibi bir bakış atmıştı. Sanki onun yaptığı farklıydı. Evet evet farklıydı. Çünkü o bekardı ve sonsuza dek çirkin bir üçgenin köşesi olma niyetinde de değildi. Birasından bir yudum aldı, patates cipsine giden elini geri çekti. Telefonu titredi. Hayatının yegâne anlamı arıyordu.

“Tuğçe’cim!! Az önce geldim havaalanına aşkım. İyiyim, barda oturuyorum. Demek o da seyahatte. Ben de seni çok özledim bir tanem. Salıyı nasıl heyecanla bekliyorum bilemezsin. İrem nasıl? İkinizi de kucak dolusu öpüyorum ve çok çok çok seviyorum aşkım.”

Galiba o da komşusu gibi sesinin tonuna pek hakim olamamıştı; ama konuşmasında -komşusununki gibi- hem sevgilisi hem de karısı yoktu. Sevdiği tek kadın vardı. Yine de kibar olmalıydı. Yüzüne hafiften bir özür tebessümü yerleştirerek soluna döndü.

Komşusu gözlerinde garip bir ifadeyle ona bakıyordu. Nedense kadeh tutan eli de titriyordu. Çok mu sesli konuşmuştu! Bir an önce özür dilese iyi olacaktı.

“Kadınlar hep aynı işte, erkeklerini merak ediyorlar. Sizi de rahatsız ettim, lütfen kusuruma bakmayın.”

 

http://blog.milliyet.com.tr/insan--yasam-ve-tragedya---ii/Blog/?BlogNo=428030 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..