Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

İnsan buz keserse..

İnsan buz keserse..
 

Kış iyiden iyiye kendisini hissettirdi. Her zaman ılımanlığıyla övündüğümüz Akdeniz iklimi bir kez daha bizi yanıltacak gibi bu sene. Son yıllarda ilk kez yağmurun aralıklarla 3-5 gün devam ettiği günlere şahit oluyoruz. Üstelik insanın yüzüne çarpan damlalar kar tanesi hissi veriyor.

Önceki gün akşam vakti “atkı- bere kullanmak gerekecek” diye geçirdim içimden. Hatta hızımı alamadım ve kömür sobasını yakayım diye hazırlık yapıyordum ki ön kapağının yine sıkıştığını fark ettim. Bir sene boyunca açılmayınca pastan sıkışıyor. Her zamanki gibi acele ettim; ön kapağı açmaya yarayan mekanizmayı tornavida aracılığı ile çevirmeye kalktım. Olurdu olmazdı derken mekanizma elde, kapak kapalı kaldı. Gel de çık işin içinden. Sobanın üstünü tümden sökmeye kalktım, olmadı. “Sağlam yap desen yapmazlar” diye hayıflandım. Tabir yerindeyse külçe gibiydi üst kapak.Sobanın en zayıf yeriydi kapağın açma mekanizması..

Sonradan aklıma geldi, uzun bir demir çubuk buldum ve üst kapaktan uzatarak mekanizmayı içerden çekiçleyerek açtım. Kapağı kapalı kalmaktan kurtarmıştım ama bu haliyle tekrar kapatıp yakamazdım. Çaresiz, bir kaynakçı bulacaktık.

Acele verilmiş kararlar insanın başına genellikle dert açmıştır. Bunu verdiğim kararlarda hep görmüşümdür. Biraz zamandan kazanacağım derken hem zamandan hem de keseden hasar görüyor insan. Sabır, büyük bir marifet; ama herkesin harcı değil..

Gecenin ayazı kesilmemişti sabah da.. “Vazife kutsaldır” parolasıyla geldik sağlık ocağındaki odamıza. Her ne kadar klima yeteri kadar ısıtmasa da, çaresiz katlanacaktık mesai boyunca. Ne de olsa bunu da bulamayanlar vardı; halimize şükretmek lazımdı. Üstelik böylece belki vatandaşın kapıdan girince söylediği şu slogandan da kurtulacaktım: “Ooooh doktorum, buldun sıcak yeri otur”. Bu slogan bazen o kadar rutin hale geliyor ki dışarıya bir masa koyup, kar-kış demeden oturayım diye geçiyor içimden (kime faydası olacaksa). İşin daha da ilginci yazın da klimanın soğuk tarafını açınca sloganın “serin” versiyonuna muhatap oluyorum.

Neyse, biz ısınmaya çalışaduralım içeri bir kişi girdi ve “Doktor bey, bir komşumuz vefat etti, bir baksanız”. Gittik cenaze evine, baktık cenazeye.. Başsağlığı dileyip raporu yazmak için geri döndüm. En fazla on dakika geçmişti aradan. Ocağa girerken bahçe kapısından çıkan motor üzerinde bir amcamız ve teyzemiz ile göz göze geldik. Baktılar ve yollarına devam ettiler.

Tam da odama girip koltuğuma (Koltuk dediysem tekerlekleri kırık, on-on beş yıllık tarihi değeri olan bir nesne. Devlete masraf olmasın diye yenisini istemedim. Hatta kullandığım masa ve kitaplığı da evimden getirdim) kurulayım dedim, hemşire hanım girdi içeri: “Doktor bey, az önce bir çift geldi muayene olmaya, “Doktor bey cenazeye bakmaya gitti” deyince “Nasıl mesai saatinde sağlık ocağını bırakıp gidermiş” diye havasını attı ve beklemeden çekip gittiler” dedi.

Az önce kapıdan çıkanlar geldi gözümün önüne. Gözümün içine baka baka gitmişlerdi; bir inat uğruna.. Hemşire hanıma “Kafana takma, ölüye saygısı olmayandan diriye saygı göstermesini bekleyemezsin” dedim. Öyle ya, pikniğe gitmemiştim; kendi köylüsünün ölüm nedeninin tespiti için gitmiştim. Bugün onlaraysa yarın kendilerineydi. Şimdi motorla getirdiği hastasını en az yedi kilometre uzaklıktaki başka bir sağlık ocağına götürecek ve muhtemelen de uzunca bir süre sıra bekleyecekti. Bunu sabırsızlığından dolayı ağzından çıkan bir cümleyi yutmamak için yapacaktı. Kime zarar verdi?

Ne soğuk, ne kar ne de kış.. İnsan buz keserse bilin ki insandandır. Tahammülsüzlük, sınırları aşınca insani değerleri yıpratmaya başlar. Üzerinize çığ düşse “gık” demezsiniz de; karşınıza çıkan çok sayıda insanın sizi kum torbası yerine koymaya çalışmasına katlanamazsınız. “Ya sabır” çekip işinize devam etmek zorundasınızdır. Bir önceki kişinin davranışlarının hesabını sonrakilerden sormaya çalışırsanız işinizi yapamadığınız gibi adaletten de ayrılmış olursunuz. En güzeli güzel olanı yapıp olayı olmamış farzetmektir.

Son yıllarda toplumsal bir sorun haline geldi dialogsuzluk. Köprüleri çabuk atıyoruz, ihtiyacımız olmayanı çarçabuk siliyoruz. Sonsözü önsözün yerine kullanıyor, belki de üç yüz sayfa sürecek bir “romanı” üç sayfada bitiriyoruz. Tabiî ki roman üç sayfa olunca kimse onu roman niyetiyle okumuyor; hatta hiç okumuyor. “Okunmayan” insan kendini yalnız, itilmiş hissediyor; okuması gerekenlere kin gütmeye başlıyor. Zamanla bu kin gücünün yettiğinden intikam alma haline dönüşüyor. “Okunmama” nedeninin “yazmaması” olduğunu göz önüne almaz oluyor.

Evet.. İki insan karşı karşıya geldiğinde biri “yazar”, diğeri de onu “okur”. Özellikle resmi kurumlarda daha rahat fark edilir toplumumuzun okur-yazarlığı. Biz de mesleğimiz dolayısıyla insanları çok yakından gözlemleme imkânına sahibiz. Farkettiğimiz olay şu: İnsanlar birbirine ne kadar ihtiyaç duyuyor ise o kadar mülayim davranıyor, ihtiyaç ortadan kalktı mı o insanı tanıyamıyorsunuz. Elbette bu konuda bir genelleme yapmak doğru değil; rakam da vermeyeceğim zaten. Ama gözlemlediğim kadarıyla ihtiyacının olmadığı insanlara nezaket göstermeyenlerin oranı giderek artmakta.

İnsanlar sanki bir daha birbirleri ile karşılaşmayacak gibi, hatta cenk meydanında savaşıyormuş gibi bakıyor birbirlerine. Sanki “hayır” sözü bir saldırı parolası gibi algılanıyor; bir şartlanmışlık oluşmuş bu konuda.. Sanki bütün isteklerinin yasal olsun olmasın, karşısındakine zarar versin vermesin, karşılanabilir olsun olmasın derhal yapılması gerekiyor gibi davranıyorlar. Yapmıyor musun?. Peki, hücuuuum!!

Özellikle bu tür saldırı güdüleri büyük merkezlere yaklaştıkça açığa çıkmakta.. Alternatiflerin bol olduğu, işlerini yaptıracak başka kimselerin bulunduğuna emin oldukları durumlarda nezaket de rafa kalkmakta, saygı da, sevgi de, vicdan da.. Doktor mu her yerde var, sağı solu sağlık ocağı; banka mı her köşe başında var; market mi her binanın altında; var da var.. Biri olmazsa diğeri olur. Bazen derim: “Bu memlekette ya belinde silahın olacak, ya da tek olacaksın”. Yoksa saygıyı da unut, sevgiyi de unut, unut da unut..

Dilimize de bazı argo sözlerle yerleşmiştir bu durum: “Köprüyü geçene kadar….” diye başlar vecize(!).. Nice güzel atasözlerimiz pas geçilmiştir; nedendir bilinmez bu söze sıkı sıkıya sarılınmıştır. Bu sözün uygulamasını üzerinizde yapıp bunu da açıkça belli etmekten de çekinmeyenler var. Böyle durumlarda “karaciğerim akciğerime yumruklar atıyor, ama diyaframım engelleyemiyor”.

Sabır; nice bilge kişilikler yetiştiren Anadolu topraklarının en büyük hazinesi.. Sabır; hem bize lazım, hem de kınadığımız insanlara. Aslında insan olmanın gereklerinden biridir.. Birbirimize karşı tahammüllü yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor toplum olarak. Bunun anahtarı da “hüsn-ü zan”dır. “Hüsn-ü zan” düzgün karakter ile kardeştir. Hasar görmek istemiyorsanız olaylara bir “eren”, bir “abdal”, bir “derviş” edasıyla yaklaşmak zorundasınız. Sakın kimseyle uğraşmayın, sizinle uğraşanlara da aldırış etmeyin (yaşam alanınıza müdahale etmemeleri kaydıyla).

Siz siz olun “su-i zan”dan uzak durun; hırsınıza, öfkenize, sabırsızlığınıza yenilip sonsözün- önsözün yerlerini karıştırıp romanınızın prematüre doğmasına izin vermeyin. Unutmayın öfke, hırs, su-i zan vahşi hayvanlar gibidir: Onları beslemek için elinizi uzatırsanız ilk olarak sizin elinizi kaparlar..

(*) Sadece karamsarlık değildir yaşadıklarımız. Yalnızca “buz kestirenler” yok hayatımızda. Öyle insanlar var ki “yüzümüzde güller açtıran”; elbet gelir onları da yazma sırası..


25.12.2008 saat 10.15

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..