- Kategori
- Gündelik Yaşam
İstanbul artık başka şehirlerden deli kabul etmiyor...

Dağ başında koyun postuna bürünmüş kurtlar
Taksim'den İstiklal Caddesi'ne girişte hemen sağda Cumhuriyet Sanat Galerisi (Maksem) bulunuyor.
Yukarıda parantez içine hapsettiğim 'maksem'i, çok da didaktik olmadan açıklamaya çalışarak, kısa yazıma 'şirin' bir altyapı yapmak isterim.
Maksem bir hukuki terim olup, ''Bir şeyin kol ve dallara ayrıldığı yer, suların taksim edildiği büyük depo ve bu deponun bulunduğu mevki'' anlamındadır.
İşte o, bir zamanlar suların 'taksim' edildiği, şimdilerde ise rantın 'taksim'i konusundaki 'savaşlar' ile gündeme gelen Taksim'de, maksem'in ardına saklanmış, ''Sanat sanat için mi yoksa sanat halk için mi?'' Kalıbını da kırarken, günümüzde ''Evlere servisimiz vardır'' mottolu fastfood zincirlerinin benzeri bir çabayla sanatı halkın ayağına getiren zihniyetin pek başarılı, övülesi, yapanlarının da ellerinden öpülesi bir sanat galerisi var.
Üsküdar'da yürürken aldı da bir yağmur,
Pantolon uzun diye paçalar oldu çamur.
Üsküdar Belediyesi yaklaşık 20 yıldır bulduğu her toprak parçasına saldırıp beton dökmeye alıştığından şarkının sözlerini haklı çıkartmadan sadece biraz ıslanarak iskeleye varıp kendimi Kabataş'a atıverdim. Füniküler de (google'a aratmadan bir seferde doğru yazabiliyorum diyene asla inanmayın) üç dakikada Taksim'e çıkarttı.
Tam merdivenlerin sonuna yaklaşmıştım ki bir baktım çıkışta yığılmalar var, ''Hah dedim Kaan hazır ol, gaz bombaları geliyor''.
Kısa sürede iş anlaşıldı, sıkışıklığın sebebi dışarıdaki sağanak yağış ve o mücadeleye hazırlık yaparken şemsiyelerini açan ya da kapüşonlarını (bu da füniküler kadar olmasa da zor bir sözcüktür) giymeye çalışan gençlerin yolaçtığı geçici tıkanıklıkmış.
''Yaya trafiğine açıldığına göre Taksim'de artık araçların değil de yayaların trafik sıkışıklığı yaşatmasından daha doğal ne olabilir?'' diyerek bir kaç adımda ''Havadis- 1913'' sergisine vardım.
1913'ten haberler. Edirne Bulgarların eline geçti. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa bir suikast neticesinde katledildi. II. Balkan Harbi başladı ve Edirne tekrar topraklarımıza katıldı....
Eşimle bir yandan büyütülmüş fotoğraflara ve kartpostallara bakıyoruz bir yandan da ben, kendimin de şahsen, akıl erdiremediğim bir şekilde Osmanlıca'dan Rusça'ya gazete haberlerini tercüme etmeye çalışıyorum.
Yalan çeviride, günümüz yandaş gazetelerinin yalan haber üretmedeki sınırtanımazlıklarını kendime örnek almış devam ederken bir haber beni 'kopma noktası'na getiriyor.
''İstanbul artık başka şehirlerden deli kabul etmiyor...''
Ne, nasıl yani?
''İmparatorluk Başkenti bimarhanelerinde yer kalmamasından dolayı, başka şehirlerden İstanbul'a yer sıkıntısı nedeniyle gönderilen akıl hastaları geri gönderiliyor'' deniyor haberde.
Üstelik de buna rağmen hala akıl hastası sevketmeye devam eden yetkililerin maaşlarından ilgili sevkiyata ait geri gönderim bedellerinin de tahsil edileceği yazıyor.
Bir an, kendi kendime olur olmaz çeviriler yaparken kendimi bu işe çok kaptırdım da ben mi böyle bir şey uydurdum, aklımın bana bir oyunu mu yoksa diye düşünmeye çalıştımsa da, hayır işte haber karşımdaki duvarda asılı duruyor.
Çok iyi hatırlarım, ben küçükken ve hayatın da lüks sitelerin (aslında burada lüks değil de lux yazmak daha anlamlı olurdu) duvarları ardına hapsedilmediği, özgürce sokaklarda yaşandığı günlerde her mahallenin bir delisi vardı.
Bazen kızdırılsalar, çocukların en muzurları onlarla alay etse de hatta ve hatta taşlasalar bile, mahalle dışından birisi kendilerine bir şey yapmak istediğinde sert çıkılıp ''N'oluyo birader, bir olay mı var?'' denir ve hemen sahiplenilirdi bu 'Bizim deliler'.
Biz çocukluk delilerimizi nostaljik tatlarla anarken, meğer ne tiyatrolar dönüyormuş bir asır kadar önce.
- Efendim bizim bimarhane ağzına kadar doldu n'apalım?
- Oğlum niye bana soruyorsunuz, delibaşı mıyım ben? Gönderin İstanbul'a onlar bir yer bulurlar nasıl olsa...
- Yok efendim biz bu deliyi geçen ay göndermiştik ama onlar da ''Vallahi bizde de yer yok, olsa başımızın üstünde yeri var'' deyip geri postalamışlardı.
- İyi o zaman akşam eve götürürsün yer açılana kadar sizde beraber mutlu mesut yaşarsınız...
Yukarıdaki fotoğrafın arkasında ne bir tarih, ne yer ne de kimlerin olduğuna dair tek bir yazı bile bulamayınca işte bunlar aklıma geldi.
Yer yokluğundan İstanbul bimarhanelerine nakledilen ve geri çevrilmesinler diye de ellerine yüzlerine bakılır hale getirilmiş deliler(!), tam da araçları Kaçkarlardan geçerken su kaynatıp kalınca dökülmüşler yola ve dillerinde de bir türkü,
Ömrüm boyu düşünüp uçtum,
Buydu işte benim tüm suçum.
Koyun postuna bürünmüş kurtlar,
Tanrım beni bu zalimlerden kurtar...