Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '12

 
Kategori
Kültür Turizmi
 

İstanbul'da turist olmak

İstanbul'da turist olmak
 

Süleymaniye Camii


İstanbul yaşayanlar için zor bir şehirdir. Trafiği, kalabalığı, kıtalararası yolculukları yorar. Günde üç dört saat trafikte pek de huzurlu olmayan bir şekilde vakit geçirende de gezmek eğlenmek isteği kalmaz. Olsa olsa yapman gereken ziyaretler, gitmen gereken etkinlikler ile boş zamanların dolar.

Oysa İstanbul bir başka güzel. Gezilecek görülecek ne çok yer var. Her gün önünden geçsek bile fark etmediğimiz nice hazinelerle dolu. Tatil için gelene tam bir cennet. İçinde yaşarken bu cenneti keşfetmek hiç kolay değil.

İşte bende bu nedenlerden ötürü bir günde olsa kendimi turist ilan ettim, sırt çantamı aldım ve yola koyuldum. Sabahın erken saatlerinde boğazı geçerken yunuslarla karşılaştım. Mis gibi temiz havada neşe içinde denize dalıp çıkıyorlardı. Avrupa kıtasındaki gezmek istediğim yer tarihi yarımadaydı. Beyazıtsa ilk durağım.

Küçük bir gezi olacağını tahmin ediyordum, çünkü turistte olsam yine de İstanbul pratiğim gereği araya bir iki görüşme de eklemiştim. Anlayacağınız gezi programına ek,  görüşmelerimi yaptım, bazı eski arkadaşlarımla sohbet ettim, hatta yeni arkadaşlar bile edindim. Araya serpiştirilen yemek, çay, sohbet üçlemelerinin geri kalanına gelince;

Başlama noktam Süleymaniye Camii oldu. O erken saatlerde öyle sessiz, öyle huzurluydu ki anlatamam. İhtişam ve sadelik içiçe böylesi nasıl olur sorusunun cevabını yaşadım. Kanuni Sultan Süleyman adına Mimar Sinan tarafından 1551-1558 yılları arasında yapılmış. Osmanlı külliyeleri içinde Fatih külliyesinden sonra ikinci büyük külliye Süleymaniye külliyesi. Külliye İstanbul yarımadasının Haliç, Marmara, Topkapı Sarayı ve Boğaziçi'ni gören ortadaki en yüksek tepesinde inşa edilmiş. Cami, medreseler, darüşşifa, darülhadis, çeşme, darülkurra, darüzziyafe, imaret, hamam, tabhane, kütüphane ve dükkânlardan meydana gelen külliyede Mimar Sinan'ın türbesi dış avlu duvarlarının karşısında. Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın türbesi de  Cami’nin içinde yer alıyor.

Mimari açıdan beni en çok şaşırtansa, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmesi.Yani cami içinde, yağ lambalarından çıkan islerin tek bir noktada toplanmasını sağlayan bir hava akımı yaratacak şekilde inşa edilmiş olması. Camiden çıkan isler ana giriş kapısının üzerindeki odada toplanmış ve bu isler mürekkep yapımında kullanılmış. Müthiş bir zekanın, yaratıcılığın,ustalığın işi. Hala ziyaret etmediyseniz tam zamanı derim.

Gezi o yarımadada devam etti elbet, cami ziyareti sonrası İstanbul Üniversitesi’ne yöneldim. Bahçesi yemyeşil ağaçlarla şenlenmiş. Elimde bir simit, banklardan bank beğenerek oturdum. Banklardan bank beğendim çünkü dersler başlamadığı ve henüz saat 09.00 civarı olduğu için bahçe boştu. Tatlı ve sessiz bir kedi arkadaşımla paylaştığım simit, karnımı ziyadesiyle doyurdu. Ciğerlerim tertemiz havayla, midem de simitle dolunca kalkıp tura devam etme zamanım da gelmişti. Bu ziyaretimde refakatçim ve de rehberim üniversitede 20 yıldır öğrenci yetiştiren ablamdı.

1833’ten beri varlığını sürdüren üniversitenin içinde gezindim. Öğrencilik yıllarımı yad ettim. Kah ana binada, kah gül bahçesinde görünmez ayak izlerimi bıraktım. Bahçedeki mozaik yoldan yürüdüm. Geçmişte yangın gözetleme kulesi olarak kullanılan ve hava durumunu bildirmek gibi özelliğe sahip Beyazıt  Kulesi’nin çevresinde dolandım. Beyazıt Kulesi, yıllarca tulumbacılar ve itfaiyeciler tarafından gözlem yeri olarak kullanılmış. Buradan itfaiyeciler, sur içindeki İstanbul'u takip edip yangınları gözlerlermiş. Daha sonra renkli lambalar takılmış kuleye. Bu kez amaç hava durumunu bildirmekmiş. Beyazıt Kulesi, Cumhuriyet döneminde de kullanılmış. Yangın gözetleme amacının yanında en önemli işlevlerinden biri de hava durumunun değişik renklerdeki ışıklarla belirtilmesini hayranlıkla karşıladım. Beyazıt Kulesi'nin ışıkları, mavi yandığı zaman havanın ertesi gün açık olacağını, yeşil yandığı zaman yağmurlu olacağını, sarı yandığı zaman sisli olacağını, kırmızı yandığı zaman ise karlı olacağını bildiriyormuş halka. Tabii o zaman ne televizyon, radyo var ne de bugünkü kadar yüksek binalar. Müthiş pratik bir kamu hizmeti.

Bu kadar bilgi edindikten sonra, yazının başında bahsettiğim görüşmeleri yaptım ve artık öğle yemeği saatine ulaşmıştık. Biz de Üniversitenin içindeki Profesörler Evi’nde güzel bir yemek yedik. Çorba, et, salata ve meyveden oluşan lezzetli bir yemek. Tabii ki lezzete lezzet katan arkadaşlarla yapılan sohbetlerdi.

Ardından ver elini Kapalı Çarşı. Önce tarihi ile ilgili bilgileri aktarayım; Kapalıçarşı'nın temeli 1461 yılında atılmış. Dev ölçülü bir labirent gibi, 30.700 metrekarede 66 kadar sokağı, 4.000 kadar dükkânı ile Kapalıçarşı, bugünün alışveriş merkezlerine taş çıkartır bence.  Adeta bir şehri andıran, bütünü ile örtülü bu site zaman içerisinde gelişip büyümüş. İçinde son zamanlara kadar 5 cami, 1 okul, 7 çeşme, 10 kuyu, 1 akarsu, 1 sebil, 1 şadırvan, 22 kapı, 17 han varmış. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış. 15.yüzyıldan kalan kalın duvarlı, bir seri kubbe ile örtülü eski iki yapının etrafı sonraki yüzyıllarda, gelişen sokakların üzerleri örtülerek, ekler yapılarak bir alışveriş merkezi haline gelmiş. Geçmişte burası her sokağında belirli mesleklerin yer aldığı ve bunların da, el işi imalatının sıkı denetim altında bulundurulduğu, ticari ahlak ve törelere çok saygı gösterilen bir çarşı imiş. Her türlü değerli kumaş, mücevherat, silah, antika eşya, konusunda nesillerce uzmanlaşmış aileler tarafından, tam bir güven içinde satışa sunulurmuş.

Bütün dükkânların genişliği aynı olacak şekilde inşa edilmiş. Her sokakta ayrı ürünün ustaları loncalar halinde bulunurmuş (yorgancılar, terlikçiler vs.) Satıcılar arasında rekâbet kesinlikle yasakmış. Hatta bir usta, tezgâhını dükkânın önüne çıkarıp kalabalığa göstererek ürün işleyemezmiş bile. Ürünlere devletin belirlediğinden yüksek fiyat da konulamazmış.

Şimdiki halden bir hayli farlkı yani. Artık koca çarşıda çoğunlukla  turistlere yönelik ürünler satılıyor. Rahat yürümek mümkün değil. Her bir esnaf kendi dükkanına çekmek için uğraşıyor. Ben de sırt çantamla tam bir turist izlenimi vermiş olacağım, her dilden seslendiler sağ olsunlar. Yine de orada olmak bir keyif. Canlı mı canlı bir yer. Yorulmak içten bile olmadığı için oturup bir türk kahvesi içme molası iyi geliyor.

Tek sorun kendinden geçip yollarda kaybolmak. Gerçek bir labirent olduğu için pür dikkat olmak gerek. Alışveriş etmediğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki kendimi kaybetmeden dönüş yolunu bulabildim. En güzeli de sahaflardan çıkıştı. Eski kitap kokuları eşliğinde tezgahlara gözgezdirdim.  15. Yüzyıldan kalma çarşı eskiden medrese öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılarmış. Şimdilerde aradığınız eski yeni her tür kitaba burada rastlayabiliyorsunuz.

Günün son durağı olmazsa olmazı Mercan Yokuşu idi. Bana kalırsa burası yok yok yeri. Hakikaten ne ararsan burada var. Yokuşun sağı solu mağazalar dolu. İçlerinde sandalye satanlar mı ararsın, çay takımları mı, kumaşlar mı. Pek çok müşterisi var, üstelik sadık müşteri dedikleri sürekli alış veriş yapanlardan.  Demedi demeyin, ihtiyaçlarınızı pahalı mağazalara avuç dolusu para vererek karşılamak yerine, aynı malı buradan alabiliyorsunuz. Hem de daha ucuza.

Evet, artık akşamüstü olmuş, gezilecek yerler hala sona ermemiş, benimse pilim çoktan bitmişti. Dönüşte bir dahaki sefere mutlaka gitmek istediğim yerleri düşünüyordum. İçinde kendimi gerçek anlamda kaybedebileceğim Mısır Çarşısı ve Şehzade Camii’ni ilk sıralara yazdım.

İşte Tarihi Yarımada’daki küçük turistik gezim böyleydi. Yorucu, keyifli, huzurlu, her anlamda besleyici geçti. Aklınızda olsun...

 

Çimen Erengezgin  

 
Toplam blog
: 164
: 608
Kayıt tarihi
: 08.09.11
 
 

Yazar ve Yoga Eğitmeni ..