- Kategori
- Edebiyat
İzmir'den Sunay Akın geçti (1)

“Ey deve ile konuşabilen yegane milletin evlatları hepinizi selamlıyorum!..” , diye söze başladı. Koskoca salonu dolduran kalabalık önce bir anlam veremeden şaşkın şaşkın bakındık. Ama devamı geldiğinde kendimizden geçmiş, kahkahaların eşlik ettiği bir zaman diliminde dinliyorduk Sayın Sunay Akın’ı.
1856 yılında İstanbul’a bir gemi yanaşır. Herkes akın akın gemiyi görmeye koşar Haliç’e. Bir de ne görsünler. Oldukça görkemli bir gemi, bol yıldızlı bayrağını dalgalandırarak onları selamlamakta. Ne ister acep bu gemi, ne işi vardır burada. Gemi, çölde susuzluğa ve o dayanılmaz çöl sıcaklarına dayanacak hayvan aradığı için buradadır. Deve almaya gelmişlerdir. Sıkı bir pazarlıktan sonra 30 deve alırlar. Abdülmecit acır hallerine “vah vah birleşip bir gemi alabilmişler, iki deve de benden olsun “der. İşte ABD’ ye bugüne kadar yapıp yapacağımız tek silah yardımının bu develer olduğunu öğreniyorduk, hikayenin devamını dinlediğimizde..
“Bir gün deveye gittik sorduk” diyordu Sunay Akın. “Neden boynun eğri ”. Devenin “siz Türk müsünüz” dediğini duyduğumuzda salon yıkılıyordu. Deve devam ediyordu” duygusal toplumdur , zekidirler. Türkülerini dinleseniz oturup ağlarsınız. Lakin bir eksiklikleri var ki, kitap okumazlar. Kütüphanede araştıracaklarına gelip bize sorarlar neden boynumuzun eğri olduğunu. Araştırıp okusalar öğrenecekler.” dediğinde söylemek istenen yerini buluyordu. Gelelim devenin cevabına bütün salon “nerem doğru ki ! ” diye inliyordu.Hayvan özeleştiri yapıyor diye devam ediyordu. Kitap okuyanlar özeleştiri yapabilirler. Develerin kütüphaneleri var mübarek diyerek bu konuyu noktalıyordu.
Okullarda çeşitli kollar olduğundan söze başlayıp, büyük bir keyifle dinleyen kalabalığı hiç fark ettirmeden bambaşka bir konuya taşıyordu. Her yıl gönüllü olarak seçtiğini söylediği harita kolundan girmişti konuya. Eskiden harita çizenlerin çok önemli sanatçılar olduğundan bahsediyordu. Fırçalarının ucundaki siyah boya ile denizlerin ortasına kondurdukları küçücük bir noktayla birçok kaptanın kaybolmasına neden olduklarını anlatıyordu keyifle:) Bir fırça darbesi ile sevdikleri kadınlara ada hediye edip, isimlerini yazdıklarını anlatıyordu. Hele de biraz çapkınsa, takım adalar hediye ediyorlardı sevdalarına diyordu. Bu güzel hikayeden dünya okuma haritasına geçiyordu ustaca bir manevrayla.
Dünya okuma haritası yapıldığını, bütün ülkelerde haber olduğunu, bir tek biz de yankı bulmadığını anlatıyordu. Üstelik de bu haritayı yedi yıl çalışıp uğraşarak ortaya çıkaran da bir Türk diyordu. Edebiyat öğretmeni Ferhat Özer.
Bu dünya okuma haritasında ülkeler kitap okuma oranlarına göre, özgürlüğün aydınlığın simgesi olan açık maviden başlayıp, gittikçe koyulaşan renklerle boyanmışlardı. Bu haritada kimi ülkelerin kara renkte olduğunu anlatıyordu. "Haritadaki bu kara ülkelerin, her akşam televizyonda izlenen haberlerde görülen, terör esen coğrafyalarla çakışması tesadüf müdür? " diyordu.
İkinci Dünya Savaşı zamanlarıdır. Galatasaray Lisesinden mezun olmuş, Paris’te eğitimine devam eden bir Türk genci vardır. Ulaşımın felç olduğu o harp zamanında bir bisiklet sırtında, hiç durmadan on gün pedal çevirerek savaştan kaçmayı başarır. Bu ismin Cahit Sıtkı Tarancı olduğunu öğreniyorduk. Gene aynı yöntemle canını kurtaran bir diğer şairimizin Oktay Rıfat olduğunu anlatıyordu. Bisiklet olmasa bizim şiirimiz neredeyse olmayacakmış diyerek mimiklerini de katıp süslüyordu geceyi. Herkesin ağız dolusu gülmesinden keyiflenerek, “benim ülkemde kötü kötü taklitler yapmadan, belden aşağı vurmadan, kadın cinselliğini sömürmeden de tek kişilik gösterilerde hep birlikte gülünebiliyormuş” diyordu. Söyleşinin bu kısmında şairlerimizle ilgili bir sürü anekdot aktarıyordu. Arif Dino’dan tutun, Nazım Hikmet’e kadar bir sürü ismi yad ediyorduk sayesinde.
1953 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın İran Seferi sırasında, Van Göl'ünde karşıya geçmek için gemiye ihtiyaç duyulduğunda, askerin içinde en yetenekli olanı bulunup çağrılır ve gemi yapması söylenir. Üç gemi yapabilen bu usta kimdir diye sorar salona (Sunay Akın okuyanla okumayan bir olmaz işte, diyerek taşları da gönderir salona).
Edirne’de gönüllü olarak savaşa katılan musevi bir hemşire aynı zamanda günlükte tutmaktadır. Düşman topları kapıya dayandığında, Selimiye Camisinin avlusuna sığınır kalabalık. Mimar Sinan’ın ustalık dönemine ait bu caminin avlusunda bekleyenleri, tarihin en büyük gemisi olan Titanic’ten kurtarılmayı bekleyenlere benzetir bu hemşire. Türklerin ilk gemisini Van’da yapan askerin de Mimar Sinan olduğundan habersizdir bu benzetmeyi yaparken.
Savaş zamanında Harbiye’de okuyan öğrenciler gönüllü olarak askere giderler. Bu çocuklar gazetecileri korumakla görevlendirilirler. Eskiden fotoğraf makinesi olmadığı için gazeteciler cephede resim çizerler. İtalyan gazeteci( ismini bulamadığından hayıflanır) resim yaparken, omzuna dokunan korumasının uzattığı kağıda baktığında şaşırır. Resim çizerken, kendi resmini yapmıştır bu silah tutan minik eller. Savaştan sonra beraberinde götürdüğü bu genç Türk, ünlü bir ressam olur ve ülkesine döner. Bir gün sinemanın sanat olduğunu anlayan birisi, belki bunu çeker temennisinde bulunur Sunay Akın. Savaş çıkıp düşman kuvvetleri Karaağaç’a dayandığında, herkes kaçarken bu ressam resimlerini kurtarabilmek için tam ters istikamete gider. Karaağaç’da olan atölyesinde resimlerini kurtarmak isterken süngülenerek öldürülür.
Kitap okumadığımız için bütün kötülüklerin nedeni olarak gösteriliriz. Ama Avrupa’ya en yakın mezarımız, resimlerini kurtarmak uğruna ölen bir ressama aittir. Okumadığımız için bilmediğimiz neler var daha der. Tarihin içinden cımbızla çekilip alınan bu anlattıklarına benzer daha ne olaylar olduğunu düşünmüştüm kitaplarında.
Aktüalite damadır diye sözüne devam ediyordu. Ben senin taşını yerim, yok sen benim taşımı yersin diye uzayıp gider. Ben santrançı severim. Uygarlık bir çeşit santranç oyunudur. Taşları bilirseniz hamle yapabilirsiniz. Ama okumuyoruz, bilmiyoruz, sahip çıkamıyoruz bu nedenle. Alın size bir taş işte, batıya en yakın mezarımız resimleri için ölen bir ressama aittir.
2. bölümde görüşmek üzere