Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Mayıs '17

 
Kategori
Öykü
 

Jiyan (Hayat)

Jiyan (Hayat)
 

Dengbej Ayşe Şan


Öğlen ışığı perdenin aralık ucundan merakla süzülüp, masaya eğilmiş bir şeyler karalayan kadının yazdıklarının üzerine düşmeye çalışıyordu. Kadının oturma açısı buna engel olunca, ensesinde topladığı uzun, siyah saçlara ulaşıp orada kıskançça dolaştı.

Sarsılarak yazmayı sürdüren kadın bir ara doğrulup bir kadın narinliğinden uzak sol elinin kalın parmaklarını dudaklarına götürüp uzunca düşündü. Sonra kâğıda sabırsızca geri döndü.

Kadının oturduğu küçük çalışma masası pencerenin tam karşısına yerleştirilmişti. Masa üzerindeki çekmecelerle duvara doğru yükseliyordu. Yeşil masa lambası, nostaljik görünümlü küçük bir radyo ve cam vazonun içindeki beyaz gardenya çiçekleri ahşap masayı ciddi havasından uzaklaştırmıştı. Dört-beş kitap bulunuyordu masada. Kitaplardan dışarı taşan ayraçlardan biri bir tiyatro bileti, ötekiler;  kırmızı ruj iziyle dolu bir peçete, hediye değişim kartı, kurutulmuş bir çiçek,-sürekli yer değiştirmeye dayanamayacak kadar zarifti - ve bir kuşkanadıydı… Bu küçük ayrıntılardan kadının kendine bazı anları hatırlatmayı sevdiği anlaşılıyordu.

Kadın ani bir hareketle elindeki kalemi bırakıp saçındaki tokayı çekti. Saçı ona vuran ışıkla birlikte sandalyenin arkasından aşağıya doğru sarktı. Dik yaka bluzunun önünü kapatan broşunu da çıkardı.

Önündeki kâğıt hızla sözcüklerle doluyordu. Net bir el yazısıyla kâğıttaki yazı şöyle başlıyordu;

‘’ Fırlayacak gibi duran göğüslerini adi cam taşlarla bezeli kırmızı büstiyerine sıkıca yerleştirirken düşen bir taşın ardında kalan sarı-kararmış metal yuva dikkatini çekti. Bu karartı tıpkı düşen bir dişin yarı karanlık ağızda görülen acınası boşluğu gibi canını sıktı.

Pavyondaki müşteriler, patronu Kürt İdris kıyafetinden düşen bir taşın yokluğunu fark etmezdi besbelli, bu saatte garsonlar dışında kafası ayık biri de olmazdı pavyonda. Fakat kendi takıntılıydı böyle şeylere…

Sahnede şarkı söylerken eli o boşluğa gider, tedirginleşir işte o zaman ensesi kalın- yağlı müşteriler huzursuzluğu anlar sonra Kürt İdris demediğini bırakmazdı.

Çıkarıp bir başkasını giyse saçını başını bozacak, makyajını berbat edecekti.

İçeride sarhoş sesleri, alkış seslerine karışmıştı. Adının anons edildiğini duydu.

 ‘’Ve şimdi pavyonumuzun gülü, bülbül sesli, güzeller güzeli assolistimiz Mehtap Güneş…’’

Bu anonstan sonra sahne gül yapraklarıyla bezenir, keman giriş taksimi yapar, ışıklar kararır, Mehtap uzun bir selamlamadan sonra şarkılarına başlardı.

 Ama beklenen assolist onu dinlemeye gelen, pavyonu hıncahınç dolduran kalabalığın ıslık, alkış sesleri devam ederken çıkmamıştı sahneye. Keman taksimi sürdürdü. Pirelenen Kürt İdris konsomatris kızlardan birine başıyla Mehtap’a bakmasını işaret etti.’’

5 yıldır bu pavyonda çalışıyordu Mehtap. Geldiğinde 16 yaşındaydı. İlk yıl masalara müşterilerin yanına çıkarılmış ama patron onda iş olmadığını görünce, sesinin güzelliğini fark edip şarkıcılığa başlatmıştı.

Beklemekten heyecanı daha da artıp oturdukları masalardan ayağa kalkmış müşterileri ite kaka kulise, Mehtabın odasına doğru hızlıca yürüdü konsomatris kız.

Elbisesinin eteğini dizlerine çekmiş yerde düşen taşı arayan Mehtabı görünce;

‘’Ne o kız? Sıran geldi. Ne sürünüyorsun yerde! Müşteriler iyice aşka geldi, patron da dellenmek üzere…’’ içinde Mehtaba biriktirdi hınçla ona sertçe çıkıştı. Öyle ya onca yıl pavyonun, sarhoş müşterilerin, merhametsiz patronun kahrını çekip ne müşteriler, ne de patron tarafından el üstünde tutulmuştu. Bu kadınsa, nereden geldiği belli olmayıp bir sabah pavyona elinde bavulu, sırtındaki ucuz elbiseyle girip herkesin gözdesi olmuştu. Evet, sesi gerçekten güzeldi. Buğulu lacivert gözleri, hiçbir zaman kirlenmeyecekmiş gibi duran masum yüzü insanın içini titretiyordu. Ama yine de bunlar, ondan nefret etmesine engel değildi.

Mehtap dizlerinin üstünde biraz doğrulup, yorgun gözlerini gelen kıza dikti.

‘’Elbisemin taşı düşmüş, onu arıyorum dedi, safça.’’

Duydukları karşısında iyice sinirlenen konsomatris kız;

‘’ TRT sanatçısı mısın kız sen? Git de şarkını söyle, program bitsin de eve gidelim. Çocuğu komşuya bırakıp geldim. Elbisesinin taşı düşmüş, haspaya bak. Kürt İdris’i kızdırmaya gelmez sabaha kadar burada herkesin canına okur.’’

Yazmaya ara veren kadın kararmaya başlayan odayı aydınlatmak için yerinden kalkıp, perdeleri açtı. Pencerelerden, gökyüzüne doğru yükselen apartmanların izin verdiği ölçüde bulutları görebiliyordu. Göğü ondan saklayan beton yığınına kızarak, masasına tekrar döndü. Boş kahve fincanını eline alıp mutfağa gitti.

Dönüşte sıcak fincanı masaya saçlarından çıkardığı tokanın yanına koyuyordu ki; tokasındaki firuze taşın az ileriye düşmüş olduğunu gördü. Hiçbir şey olmamış gibi umursamaz, taşı kalemliğin içine atıp, yazmaya devam etti.

Mehtap üzgün bir şekilde ayağa kalkıp elini taşın bıraktığı boşluğa götürdü. Bu sırada her gece müşterilerin ondan en çok istediği parça; ‘’Bir fincan kahve olsam, kırk yıl hatırım vardı…’’ kemanın içli ezgisiyle çalmaya başlamıştı.

Mehtabı götürmeye gelen kız ona son kez tehditkâr bir şekilde bakıp;

‘’ Hadi düş önüme… ‘’ deyip, Mehtaba yol verdi.

Mehtap; asıl ismiyle Jiyan, Diyarbekir’in dağ kürtlerindendi. Dokuz kardeşin en küçüğüydü. Dağda kuzu otlatır, çalı çırpı toplar, ekmek yapar, evi süpürür sonra süpürülmüş temiz kerpiç eve sabunlu su sürterdi. Alüminyum kovadaki sabunun beyaz köpüğü çamura dönüp sönüverince, Jiyan çamurlu bezi elinden bırakır evin ıslak toprak- sabun- saman karışımı kokusunu içine çekerdi. Bir kuzuları otlatmaya giderken geçtiği dar patikadaki iğde ağaçlarının kokusu, bir de bu evin toprak kokusu, gelir Jiyan’nın ciğerine oturur, taze yanaklarından yaşların süzülmesine neden olurdu. 10 yaşından beri hem öksüz hem yetimdi Jiyan. Annesi 9 çocuktan sonra tekrar gebe kalınca karnındaki bebesiyle tandır başında ekmek yaparken ölmüştü. Babası köy korucusuyken kimin kurşunundan belirsiz, bir kuş gibi oracıkta ölüp gitmişti. Devlet baba Jiyan’nın abisinin omuzunu bu da geçer, ölenle ölünmez deyip sıvazlamış geride kalan dört küçük çocuğu onun ellerine bırakıp gitmişti.  Öyle ya bu kadar çocuğu yaparken devlete mi sormuşlardı? Babası o güçsüz haliyle neyi, kimden, neden koruduğunu bilmeden ekmek parası için vurulurken devlet ne yapsındı? Jiyan’nın abisi dışında öteki kardeşleri kızdı. 4’ü evlenmiş öteki 3’ü de Jiyanla birlikte hala baba evinde oturan abinin 3 çocuğunun arasına karışmış kalabalık odalarda üst üste yaşamaya çalışan, kaderleri abinin iki dudağının arasına bırakılmış çocuklardı. Jiyan bazen boğulacak gibi olsa da bu kalabalığın bir parçası olmak onu mutlu ediyordu. Evet, bu kalabalığın içinde yokluğu fark edilmeyecek bir parçaydı Jiyan. Öyle olmalıydı ki, abisi onu 45 yaşında bir adama ikinci eş olarak verecekti. Tıpkı ablalarını da birer birer emsalleri dışında kocalara verdiği gibi. Boyun eğmeye, onların yerine kendi hayatlarıyla ilgili bir erkin düşünüp- fazla  da düşünmezlerdi ya- karar vermesine alışmışlardı. Hayatın için kendi kararlarını alman o….luk  demekti. Bırak bir şey yapmayı öyle uzun uzun düşünmen bile o….luktu.  Hayatın diye bir şey de yoktu ki! Bir hayat vardı. Babanın, abinin, onlardan arta kalan annenin hayatı. Sen onların hayatını yaşardın. Jiyan işte o kerpiç eve su sürterken bunları düşünürdü. Hem o zaman düşündüğü de belli olmazdı. Hep o çıkan sabunlu toprak kokusu yapıyordu bunları. Jiyan’nın dimağını kuvvetlendiriyor, gönlüne hayatına sahip çıkma aşkını düşürüyordu.

Konsomatris kız derin derin havayı içine çeken Mehtabı dürttü.

‘’Ne o kız ne kokluyorsun öyle, yürüsene, aklından zorun mu var senin? ‘’

Kızın sevimsiz, kaba arkadan iten eliyle kendini sahnede bulan Mehtap, eliyle kemanı susturdu. İçinden gelmişti bu akşam çalgısız bir kürtçe ağıt yakacaktı. Annesi için, babası için, ellerinin arasından uçup giden hayatı, çocukluğu için…

Kahvesinin son yudumuyla birlikte radyonun frekanslarını karıştırmaya başladı. Pencereden gelen ışık iyice azalmıştı. Önündeki yeşil masa lambasını yaktı. Bulduğu istasyonda Ayten Alpman söylüyordu. Bir başkadır benim memleketim... Çekmeceden bir top kâğıt çıkarıp yazmaya devam etti.

Jiyan’nın abisi onu evereceğini kendisi söylememişti. Yengesinden öğrenmişti Jiyan. Ekmek yapmıştı o gün. Kilere temiz bir örtünün üzerine yığmıştı ekmekleri. Bir hafta idare ederdi bu koca ekmek yığını onları anca, kalabalıklardı. Olsun yine yapardı Jiyan. Söylenmeden her şeyi yapardı. Kime söylenecekti ki; nazını çekecek ne anası vardı ne babası. Dört ekmeği alıp haymaya * girdi. Sofra bezinin üzerindeki siniye bıraktı. Yengesi ocağın yanında bebeğini emziriyordu. Jiyan ocakta kaynayan isli tencereyi bir bezle tutup gazete kâğıdının üzerine koydu. Tabaklara yaptığı ciğer tiridini*bölüştürdü. Haymanın önünde oynayan yeğenlerini çağırdı. İçeri geçip;

‘’De hadi xaltî *.’’ dedi.

Yengesi kucağında bebeği siniye yaklaştı. Bulgurun içindeki körpe kuzu ciğerini kaşığına doldurup yanında oturan oğluna yediriyordu. Erkek kısmı yemeğin en iyi tarafını yemeliydi. Jiyan birer ikişer azalan ciğere üzülerek bakan kız yeğenine kendi tabağındakini verdi. Kızın yüzü güldü. Yengesi oralı olmadan şimdi tam sırası der gibi ağzı dolu konuşmaya başladı.

‘’ Halo, hûn ê bizewicin*.’’

Öyle rahat söylemişti ki yengesi bunu; Jiyan’nın ağzındaki lokma taş oldu sanki.

‘’Çima xaltî *?’’ diyebildi sadece acıyla.

Mehtabın kulaklarında bu an, gözlerinde yaşlar, eğlenmeye gelen onca insanın fark etmediği garip bakışları üstünde, ağıtını söylüyordu.

‘’Lê lê Dayê*…’’

 Kürt İdris sarsılarak ağlayan Mehtabı sahneden almaları için adamlarına başıyla işaret etti. Sahneye dansöz Selda çıktı.  

Kalemini bırakıp yorulan parmaklarını çıtlattı. Oturduğu sandalyeden kalkıp bacaklarını esnetti. Bu sırada çoktandır kanepede uyuyup kalan kedisi bir sıçrayışta yanına gelip bacaklarına sürtünmeye başladı. Belli ki acıkmıştı. Yoksa kolay kolay o kanepeden kalkmazdı. Mutfağa gidip mama kabına ciğerli kedi konservesinden boşalttı. Kedi oracıkta yemeğe koyulurken içinden sevgilisini aramayı geçirdi. Saate baktı. Şu sıra yolda olmalıydı. Rahatsız etmek istemedi. Sevgilisi başarılı bir iş adamıyken her şeyi bırakıp bir çiftlik almıştı. Orada sade bir hayat kurmuştu kendine. Arada bir edebiyat dergisine yazılar gönderiyordu. O derginin bir etkinliğinde tanışmışlardı.  Önümüzdeki yaz evlenmeyi düşünüyorlardı.

Mehtabı odasına getiren adam koltuğa yatırıp üzerini örttü.

‘’Uyu biraz, kızlardan birini gönderirim odana, soyunmana yardım ederler.’’ dedi ve çıktı. Mehtap sahnedeyken elbisesinden düşen taşın metal yuvasını parmağıyla sıkmış parmağını kanatmıştı. Parmağına bakıp ılık kanı ağzına götürdü emmeye başladı.

‘’Oyyyy Bav*,oyyy xwîna min*…’’deyip ağlamayı sürdü, bu kez yavaşça.

O günden sonra Jiyan abisinin yüzüne bir kez olsun bakmadı. Haftaya yengesinin kardeşinin Diyarbekir’de düğünü vardı. Onun telaşına Jiyan’ninki ertelenmişti.  Javin Diyarbekir’i sadece bir kez görmüştü. Dicle nehri kıyısındaki Hevsel bahçelerine hayran kalmıştı. Babasıyla Sıtkı Usta’da kadayıf yemişlerdi. Babası, herkesi koruyan babası, o büyük şehirde Jiyan’nın elini tutmuş onu da arabalardan, kalabalıktan, şehrin gürültüsünden korumuştu. Şimdi tekrar bu kez yengesi ve onun çocuklarıyla gidecekti. Jiyan o sabah kimseyle konuşmadı. Kimseye sarılmadı ayrılırken. Diyarbekir’de otogarda tuvalete deyip yengesinden ayrıldı. İstanbul’a gidecek ilk otobüse kendini attı. Korkmuyordu Jiyan, hiçbir şey hissetmiyordu. Kendisine su ikram eden muavin nerde ineceğini sordu Jiyan’a. İstanbul dedi. İyi de neresinde dedi, muavin. O zaman korkmaya başladı, Jiyan. Korku gözlerinden taşınca her gün bir sürü insan gören muavinin gözünden kaçamadı. O korkuyu alıp göğsüne yerleştiren muavin, Jiyan’a ben sana haber veririm varınca, sen uyu biraz dedi.

Çalan telefonun sesiyle irkildi. Kalemini bırakıp telefona uzandı. Sevgilisi arıyordu. Yazmaya daldığını, saatin farkında olmadığını söyledi. Özlemişti sevgilisi onu. Biraz konuştuktan sonra telefonu kapattı. Özlemek üzerine düşündü. Düşündükçe kalbi kanatlanıp ona uçmak istedi ama beklemek gerekti. Çiftlikte bir iş çıkmış acilen oraya gitmesi gerekmişti sevgilisinin. Esnedi, biraz daha yazmak istiyordu. Uyumamak için mutfağa gidip bir kahve daha aldı.

Muavin uyuyan Jiyan’a baktı. Nasılda güzeldi masum yüzü. Kimseye bir şey söylemesine gerek yoktu. İstanbul’a vardıklarında onu Kumkapı’da payvon işleten Kürt İdris’in yanına götürecekti. Kürt İdris namuslu bir adamdı. Aile işlerine, başını belaya sokacak işlere bulaşmak istemezdi ama kız güçlü bir aşiretten değil, gariban bir ailedense peşine takılmazlardı.

Sabaha karşı pavyon boşalınca Kürt İdris Mehtabın odasına gitti. Kanepede kıvrılmış yatan Mehtabın saçlarını okşadı. Okuduğu ağıt çok duygulandırmıştı onu. Bir dengbêj kadının ağıtıydı bu.  Kardeş ve akrabalarının ölüm tehditleri yüzünden o çok sevdiği Diyarbekır'e hiç gidememişti kadın. Bir kadının, erkeklerin bulunduğu bir ortamda şarkı söylemesi büyük bir suçtu çünkü. Bir tek annesi sahip çıkmıştı kadına, ancak annenin desteği de barış için yeterli olmamıştı. Ölümünden önce son kez kızını görmek isteyen anneye akrabaları izin vermedi. Kadına da annesinin mezarını ziyaret etmesi için izin yoktu. Kadın bu acısını, 'Lele Daye' şarkısıyla dillendirdi.

Dilleri düşündü Kürt İdris, ağıtı kimsenin anlamadığını, farklı dillerden çıkan aynı duyguları düşündü sonra. Bir sigara yaktı, tüm acıları yakabilmeyi istedi, tüm özlemleri gidermeyi. Oracıkta sandalyede bütün gece Mehtabın başında yapamayacağı şeyleri düşündü durdu. Mehtabı muavin Ahmet’in ona getirdiği ilk günü hatırladı. Ona kol kanat gerişini. Her gün öldürülecekmiş gibi yaşayan Mehtabın korkusunu düşündü. Abisini ikna etmek için araya koyduğu hatırı sayılı insanları, verdiği parayı düşündü. Jiyan’nın Mehtap olurken nasıl da becerikli olduğunu düşündü. Bir o kadar suskun ve umutsuz oluşunu.

Kahvenin etkisiyle uykusu tamamen kaçmış olan kadın, yorulan vücudunu dinlendirmek için masadan kalkıp banyoya gitti. Soyunup kendini sıcak suyun altına bıraktı. Öykü yazmaya ilk başladığı zamanı düşündü. Ansızın böyle bir yazma isteğinin nasıl ve nereden geldiğini hatırlamak istedi. Sıcak su vücudundan akarken ilkokulda bir müsamerede canlandırdığı monolog aklına geldi. ‘’Hoş geldiniz efendim, size bir öyküm var benim. Benim adım ……….’dır. Ama içim çok yaslıdır… ‘’ sözleriyle başlayıp uzun uzun anlattıklarını hatırlayınca işte tam da bu sebeple diye düşündü. İçi yaslıydı, sevinçliydi, umutluydu. Bütün insanlığın acısını, sevincini hissedip taşıyabiliyordu. Duştan çıkıp üzerine bornozunu giyinip kanepede uyuyan kediyi rahatsız etmeden yanına kıvrıldı. Yazmaya ara vermişti ama zihni olacakları kurgulamaya devam ediyordu.

Başı ağrıyordu Mehtabın. Çıkıp evine gitmek istedi. Pavyonda çalışan birkaç kızla küçük bir evde yaşıyordu. Dışarı çıkıp temiz havayı içine çekti. Bir taksi çağırmak için etrafa baktı. O sırada biri ‘’Jiyan’’ diye bağırdı.

Gerçek adını duyunca dondu kaldı Jiyan. Tanımadı genç adamı.

‘’Jiyan ben Halo’nun oğlu.’’ dedi genç adam. Jiyan hızlıca Diyarbekir ‘de otogardaki son gününü  hatırladı. Yengesinin elini tuttuğu küçük çocuğu. Kaşığını kuzu ciğeriyle doldurup ona yedirdiği günü. Erkek kısmı yemeğin en iyi tarafını yemeliydi. Şimdi anlıyordu Jiyan nedenini.

‘’Hep bu günü bekledim Jiyan. Her gün senle vuruldum, utancımdan, babamın kahrından. Şimdi sıra sende.’’ 

Jiyan olduğu yerde hareketsiz duruyordu. Dudaklarından son sözleri döküldü;

‘’ Beni babamın yanına göm. Mezar taşıma; JİYANEKE BAŞ E* yazdır ‘’dedi.

  Mehtap uyanıp sandalyede uyuya kalmış Kürt İdris’i görünce gördüklerinin rüya olduğunu anlayıp rahatladı. .

Sabah kedinin patisiyle yüzünü dürtmesine uyandı. Acıkan kediyi biraz okşayıp kucağında onunla mutfağa gitti. ‘’Hadi Mısır, ye kızım mamanı’’ dedi. Dolaptan kahvaltılıkları çıkarırken, mutfaktaki televizyonu açtı. Sabah haberlerinde kalın kaşlı, esmer bir adam bozuk Türkçesiyle halkların kardeşliğinden bahsediyordu. Dillerinin, kültürlerinin farklı olduğunu ama gidecek başka yurtlarının olmadığını, bu toprakları sevdiklerini, yıllarca hor görülmekten yorulduklarını anlatıyordu. Geçen gün sevgilisinin dergiye gönderdiği yazıyı anımsadı kadın. ‘’Görmezlikten Gelmek’’ isimli bir yazıydı. Yazıyı okuyunca çok beğenmişti kadın. Şimdiyse tek bir bakış açısına sahip olduğunu düşündü. Sadece bir zümre üzerinden anlatılmıştı konu. Siyasi argümanlar o zümrenin istediği gibi işlenmişti yazıda. Şaşırdı kadın kendine. Bu konudaki düşüncelerinin değişmesine çok şaşırdı. Alışkanlığı olmuş düşüncelerinin, duygularının, okuma, dinleme rutinlerinin, zevklerinin dışına çıkıp başkalarıyla da ilgilenmeye başlayınca değiştiğini anladı kadın. İyi bir değişimdi bu, kardeşçeydi.

Dünya herkesi kucaklayacak kadar yeterince büyüktü, hayat istenirse herkesi mutlu edebilecek kadar güzeldi. 

Hayma:  Güneyde eskiden ahşaptan, şimdilerde demir profillerden çatılan ve üzerine üzüm taratılan gölgelik, üzümlük ve keyifliktir. serinliğin çöktüğü ikindi saatlerinde altında çay demlenir, geceleri kurulan cibinliğe bir setr olur haymalar. hışırtısı bir serinlik alametidir.

Tirit: Hafif sulu yemek

De hadi xaltî: De hadi yenge

Halo, hune bizewicin: Halo, seni evlendirecek.

Çima xaltî: Niye yenge

Le le Daye: Hey anam hey

Oyyy bav, oyyyy xwinamin: oyyyy baba, oyyyy kanım

JİYANEKE BAŞ E: Hayat Güzel

https://www.youtube.com/watch?v=faJZeD4TMFs

 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..