Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mayıs '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Kalküta

Kalküta
 

Ürkek ürkek çiseleyen yağmurun puslu ışığında varıyorum Howrah İstasyonu’na, bir Pazar sabahı. İstasyonun demirbaş ahalisi olan satıcılar, dilenciler ve yük taşıyıcılar, sabah mahmurluğunu çoktan atmış, trenlerden akan yolcuları kapışma telaşındalar.

Kalküta’ya ikinci gelişim bu. Geçen sefer, ruhuma yetmeyen kısa ve hızlı beraberlikten anımsadığım, daha doğrusu hiç unutamadığım, tüm damarları ölesiye kirlenmiş bir saatli bomba, her an patlamaya hazır...

Bu sefer uzun bir taksi kuyruğunun olmaması, galiba bir Pazar ikramiyesi bana. Kalküta taksileri sapsarı “Klasik Ambassador”lar ve bu sarı karıncalar neredeyse trafiğin yarısını oluşturma şerefine sahipler. Diğer yarısını da 19. yüzyıldan kalmış gibi duran otobüsler, tramvaylar, sıska ama çevik adamların çektiği yadigâr rickshawlar, üzerinde her türlü yükün  - bazen küçük bir oda hacmine varacak boyutlarda – taşındığı bisikletler ve bu tarihselliğin içinde fena halde sırıtan zamane şahıs arabaları oluşturuyor. Rickshawların çıngırakları, bisikletlerin zilleri, otobüslerin çığırtkan klaksonları var. Ambassador’ların klaksonları ise babacan, tok. Sanki karından geliyor sesleri.

Kalküta sokakları, her bir sesin mütemadiyen, amansızca diğerini dövdüğü bir kakafoni. Öylesine güçlü ki insan bir an BBD Bagh’daki St. Andrew’s Kilisesi’nin sessizliğine oturduğunda, gürültü çölünde bir vaha bulmuş olmanın zaferiyle kendinden geçiyor; kakafoni balonu dışarıda şişmeye devam ederken…

Kalküta kaldırımları, kilisenin sade ve dingin mekânından sonra, bir hortum gibi çekiyor insanı. İstanbul kaldırımlarının “engebeli” şöhretini fazlasıyla aşan bu kaldırımlarda ne ararsanız ya da ne aramazsanız var. “Yok” yok... Aklınıza gelen ve gelmeyen her şeyi ısrarla size sunan satıcılar, ayak üstü saç sakal tıraşı yapanlar, üstünüze yapışan dilenciler, su tulumbalarının başında banyo yapanlar, çamaşır bulaşık yıkayanlar, pisliklerin içinde sere serpe uyuyanlar, terziler, ütücüler, umarsızca kağıt oynayanlar, saçlarındaki bitleri ayıklayanlar, jiletle tırnak kesenler, tavuk gırtlaklayanlar, taş tabela oyanlar, mühür yapanlar, kendi kendine konuşup dansedenler, tuvaletini yapanlar, başlarındaki yükün ağırlığı altında kurulmuş oyuncak ördekler gibi yürüyerek yük taşıyanlar... Fokur fokur kaynayan bir açık mutfak Kalküta kaldırımları – kelimenin tam anlamıyla... Derme çatma tezgâhlarda, hijyen ötesi koşullarda, alenen hazırlanan, pişirilen her türlü yiyecek ve içecek, iştahınızı açmaya ve de kapamaya yetiyor. Günün her saati ayakta yemek yiyen, çay içen ve sindirim sistemleri de muhtemelen bağışıklık kazanmış olan Kalkütalılar, kaldırım mutfaklarının sadık müdavimleri...

Su tulumbalarının varlığıyla beslenen böylesi bir kaldırım yaşamının arsızca eteklerine yapıştığı virane yapılar ise kaderlerine terk edilmişler, birer sahne dekoru olarak yaşamlarına devam etmeye çalışıyorlar. İnsanlar, dokunsan yıkılıp yok olacakmış gibi duran bu küskün dekorun önünde, sadece günlük karın doyurma eylemleriyle meşgul, sahip olduğu tarihe duyarsızca yaşayıp gidiyorlar. Doğal olarak, öncelikle ve sadece can derdindeler. Belki de bilinçsizlik gibi görünen bu durum, İngiliz döneminin intikamını almanın bilinçli bir dışavurumudur diye düşünmek tabii ki fazla abartılı olacak. Zira İngiliz dönemi sonrası yapılan yapılar da içler acısı  durumdalar. Yoğun göç almış bölgelerin kaçınılmaz gerçeği: sefalet ve vurdumduymazlık…

Vaktinde, güçlü İngiliz döneminin ihtişamını yaşamış bu yapılar, çatlak duvarlardan ve çatılardan fışkıran, ağaç boyutuna varmış bitkilerle sarmaş dolaşlar. Her biri sevgilisinin ihanetine uğramış bir dilber gibi… yılların acımasızlığı ile tüm alımını yitirmesine rağmen çiçekli şapkasını giymiş olmanın gururunu taşıyor. Bu yapıların en etkileyicisi, yani beni en çok etkileyeni, “Marble Palace” (Mermer Palas). Eğer bir gün yolunuz Kalküta’ya düşerse, mutlaka görmeniz lazım 1835 tarihli, bu esrarengiz yapıyı.

Sokakların keşmekeşi içinden, birdenbire Palas’ın ıssız bahçesine düştüğümde,  tarihin solgun giysisini zerafetle taşıyan bu gizemli yapı karşısında, Alis Harikalar Diyarında gibi bir duyguyla kalakalıyorum. İçimi titreten bir merakla çıkıyorum mermer basamakları. İtalyan mermerleriyle bir halı deseni gibi işlenmiş parlak döşemenin üzerinde, başım döne döne algılamaya çalışıyorum tablo ve heykellerle dolu, loş salonları. Zaman sanki donmuş bu salonlarda. Öylesi bir donmuşluk ki hem kendimi garipsiyorum hem de iki üç tane İngilizce kelimeyle rehberlik yapma görevini üstlenmiş dhoti’li adamları. Sürreal bir esinti tenimde... Aynaların derinliğinde çoğalan heykellerin ve tablolardaki figürlerin, ben sırtımı döner dönmez, akşamki baloya kimlerin geleceğini, kimlerin dans edeceğini, kimin kime aşık olacağını fısıldaştıklarını duyuyorum. İçimde çılgın, dayanılmaz bir istek... Ben de katılmak istiyorum akşamki baloya, dansetmek bu salonlarda ve de aşık olmak bir rajaya... Biliyorum, şehir yorgun uykusuna yattığında,  salonların tüm suskun ışıkları yanacak ve müziğin büyülü sesi karışacak buğulu kahkahalara...

Loşluktan ve heykel kalabalığından sıyrılarak çıkıyorum avlunun göz kamaştıran aydınlığına. Geniş boşlukta yükseliyor kafes kuşlarının sesleri. Renkli, ipek sarileriyle uçuşuyor kadınlar avlunun uçuk mavi balkonlarında, telaş içinde... Birazdan gelecek evin sahibi raja. Tanrım, ne çok film çekilebilir bu mekânlarda... Ayrılmak istemeden ayrılıyorum “Marble Palace”dan; arkamda fısıldaşan heykeller, dans eden ruhlar ve aklımda kıpırdaşan senaryolar...

Zaman tünelinden geçermişcesine iniyorum metronun merdivenlerini, arkama bakarak elimde olmayarak... Kalküta metrosu şaşırtıyor beni. Sebebi çok basit: “temizlik”. Yerüstünde pisliğe bulanmış bu şehir, yeraltında günah çıkarırcasına kirlerinden arınmış. “Dilenciden özgür” platformlardaki TV ekranlarından yayılan Hint müziği de olmasa, Kalküta’da olduğumu unutacağım. Bu ekranlardan, bazıları Broadway müzikali kalitesinde olan Hint Pop’unun kliplerini, eski siyah beyaz Hint filmlerini, İngilizce olarak yazılmış sigara içme (cezası 250 Rb, 5$ civarı), kaçak elektrik kullanma (cezası hapis) uyarılarını izlemek ayrı bir Kalküta eğlencesi. Gerçi bunları izleyen insanların yüz ifadelerinde dolaşmak daha da eğlenceli. Hele bir de trenin bayanlara ayrılmış kısmına oturmak... Sabah ve akşam yoğun saatlerde ihmal edilse de böyle bir ayırım var. Bu durum ilk anda tuhaf geliyor, fakat sonra hiç de fena fikir değilmiş hissiyle iniyorum trenden. Gözlerim trende taşınacaklar / taşınmayacaklar tabelasına takılıyor, özellikle de son maddeye. “Dead Body” (Ölü Beden) taşınmazlar arasında. Eh, ne de olsa Hindistan burası, kimin ne taşıyacağı hiç belli olmaz; uyarmak lazım. Ghatlara, son yolculuğa 6 Rb’ye gitmek, bir çok Hinduya hayli cazip gelmiş olsa gerek. 

Ghatlar, Hoogly Nehri boyunca dizi dizi basamaklar ve her ne kadar kısmen ölümü içerse de nehir kıyılarındaki yegâne yaşam belirtisi. Hoogly Nehri de yapılar gibi talihsiz kaderiyle baş başa. Neyse ki hâlâ kıyılar arası çalışan derbeder motorları kucaklayacak gücü var. Hoogly’e ulaşmak için insanın yoğun bir trafiği, sadece üyelerin kullanabildiği spor klüpleriyle dolu geniş ve uzun bir yeşil alan bandını, tren raylarını ve otobüs duraklarının kargaşasını geçmesi gerekiyor. Tabii sabrı ve enerjisi yeterse... Bu planlamayı yapan kişinin Hoogly’e ciddi bir kastı vardı herhalde. Kim bilir, belki de sevgilisini nehrin karanlık sularında kaybetmişti. Bu kadar engelden sonra nehrin bulanık, kahverengi sularıyla ve de Ghatlardaki ölümle karışık insan manzaralarıyla yüzleşmek, ağır bir yemek yemiş gibi insanın midesine oturuyor. Gerçi Kalküta’nın ruhuna başka türden bir nehir de yaraşmazdı.

Bu telkinle atlıyorum motorlardan birine, dua ederek bu sulara gömülmemek için. Belirsiz ve dönüşü olmayan bir geleceğe gidercesine bırakıyorum bedenimi Hoogly’nin akıntısına. Dehşet hikâyeleri bulutlanıyor üstümde, dibi görünmeyen suların dibini hayal ettikçe. Pus tülleri arasından beliriyor Howrah Köprüsü, yavaşça sihirli elmayı uzatan bir cadı edasıyla. Zehirleneceğimi bile bile alıyorum elmayı...

Damağımda acı bir tatla uyandığımda, yadırgıyorum beni kuşatan ulu yeşilliği. Görkemli ağaçların gölgesinde Botanik Bahçesi’nin doğallığını solumak, şehrin cezalandırdığı ciğerlerimi sersemletiyor birden. Yağmur öncesinin nefesleri bile kesen durgunluğunda buram buram nem kokuyor ağaçlar, bitkiler. Hareket eden sadece gençler, sevdalı sevdalı; gökyüzünü delen kızgın şimşek gürültülerine aldırmadan. 240 yaşını çoktan aşmış olan banyan ağacı Botanik Bahçesi’nin en ilginç varlığı ve de odak noktası. Zaman içinde uzayan dallarını taşıyabilmek için ikincil gövdeler oluşturarak yayıldıkça yayılmış bu ağaç ve artık geniş bir ormancık. Bu doğal kolon, kiriş ağının parça, bütün ilişkisini düşünürken kutsal bir huzur akıyor yüreğime, Tanrı’nın kollarındaymışcasına...

Böylesi bir huzuru ancak tadına doyulmayan Bengal tatlıları için bırakabilirim doğrusu. Bir tatlı canavarı olarak, Kalküta günlerim boyunca, şehrin en eski tatlıcı dükkânlarını bulmayı ve bu küçücük lezzetleri denemeyi kendime vazife yapıyorum. Vazifelerin en keyiflisi... Bir de gazete ilanlarını inceleme vazifem var. Pazar günleri verilen “gelin aranıyor”, “damat aranıyor” ilanları başlı başına bir olay. Dolu dolu dört sayfayı kaplayan bu ilanlar, din, dil, uyruk ve kast’a göre ayrılıyor. Yani “Sunday Times Matrimonials”da kendinize uygun bir aday bulmamanıza imkân yok.

Kalküta, Batı’nın insanı neredeyse komaya sokan, yapay mekânlarına kontrast, insan doğasını tüm ham haliyle yüzünüze çarpan, kanlı canlı mekânsızlıklar şehri. Ve ben bu şehri seviyorum, tabii tatlılarını da... Sanki yıllardır burada yaşamışım duygusuyla bekliyorum trenin kalkmasını Howrah İstasyonu’nda. Tren penceresinin yatay demir parmaklıklarında asılı kalmış, kristal yağmur damlacıkları tek tek düşerken, kayboluyorum yağmur sonrasının taze kokusunda...

2007, Kalküta

 
Toplam blog
: 78
: 427
Kayıt tarihi
: 01.11.11
 
 

Yaşam yolculuğu hepimizi farklı duraklarda indiriyor. Bu duraklara varmak için çeşitli eğitimler ..