- Kategori
- Tarih
Kardeş kavgası
80 öncesi…
Büyük bir şehrin valisi olan bir zat Demirel tarafından milletvekili seçimlerine katılmak üzere Ankara’ya davet edilir.
Vali bey istifasını verip aday adaylığı için baş vurusunu yaptığı gün, parti içinde vali hakkında dedikodu furyası da başlar.
Aslında kitle partilerinde adettir bu.
Listede kimin yeri garanti ise onun hakkında aslı astarı olmayan gayr-i ahlaki ilişkiler dosyası servise konulur.
Ama çiçeği burnunda parlamenter adayı vali beyimiz bu duruma hiç mi hiç alışık değildir.
Öyle parti içi mücadelelerde saf tutacak kadar cesur bir yüreğe ve iflah olmaz bir şövalye ruhuna da sahip değildir.
Valinin bu zaafını anlayan rakipleri de onun yumuşak karnından vurarak keyfe gelmektedir. Gün gelir dedikodular öylesine yayılır ki, dedikodu olmaktan çıkar ve valinin haysiyetini lekeleyecek derecede iftiraya dönüşür… Ailesi ile arasının açılma noktasına gelen sabık vali dayanamaz ve şahsına karşı girişilen bu asimetrik psikolojik savaşın kurşun askerlerini şikayet etmek için Demirel’i n Güniz Sokak’taki kapısına dayanır.
-Beyefendi… der
-Ben daha düne kadar bu partide herkesi kardeş sanıyordum. Ne olmuş böyle, herkes birbirini yiyor!..
Demirel gayet sakin bir şekilde Valiye döner ve
- Vali Bey der.. Unutmayın ki, Habil’le Kabil de kardeşti (!)
Demirel cephesinden bakınca doğrudur.
Siyaset alanı bir kavga, bir cenk meydanıdır ve bu arenada galip gelmek için yasaların çizdiği sınırları aşmamak şartıyla her türlü yol meşrudur.
Ama siyaset etiği açısından baktığınızda kardeşler arası kazık savaşında kazananın kim olduğundan ziyade, itibarsızlaştırma yoluyla o makamda nasıl oturacağı muvazaalı hale getirildiği vakit kazığın kime girdiğini görebilmektir aslolan.
Sözgelimi Bayezid’le Cem arasındaki mücadelenin mağlubu bellidir de , galibi var mıdır gerçekten?
Sıradan bir taht mücadelesi midir yaşanan?
Yoksa Anadolu’daki yangına odun taşıyan kışkırtmacıların, Osmanoğullarıyla olan hesabını görmek için kurdukları provakatif bir düzenin acı neticesi miydi bunca olan biten…
Mikro anlamda aynı tahta göz diken iki kardeş arasındaki taht mücadelesi gibi görünse de evrensel ölçekte bakıldığında nizam-ı alem için yola çıkmış, aynı idealleri ve aynı gayeyi taşıyan Müslüman devlet adamlarının hakimiyet mücadelesi değil miydi iki kardeşi karşı karşıya getiren?
Osmanlı hakimiyetini Karamanoğlu Kasım Bey’in bir türlü kabullenememesi değil midir bunca değerli devlet adamının kıyımına neden olan.
Yüz küsur sene önce Timur belasını Osmanlı’nın başına saran Türkmen beyleri gibi Karamanoğlu Kasım Bey de aynı hırsın kurbanı olurken tarih sahnesinde sadece oyuncular değişmiş; roller hep aynı kalmıştır.
O gün başrolde Timur’la Yıldırım Bayezid vardı.
Şimdi ise Şehzade Cem ile ağabeyi İkinci Bayezid.
Ogün Yıldırım Bayezid’in tahrikçileri rolünü Timur'dan kaçan Karakoyunlu ve Celayirli beyleri oynarken, şimdi bu rolü Fatih’in ölümünden sonra Cem’i destekleyen vezir-i azam Karamani Mehmed Paşa’yı parçalayan İshak Paşa ve devşirme Paşalar güruhu oynamaktadır.
O gün Timur’un tahrikçiliğini Karamanoğlu, Aydınoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Saruhanoğlu ve Candaroğlu yaparken şimdi bu iş Karamanoğlu Kasım Bey ile Ankara Valisi Mahmud Bey’e düşmüştür.
O gün hain rolünü üstlenenler savaş sırasında Timur’un cephesine geçen Osmanlı Ordusu’ndaki menteşe oğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları Beyleri ile Kara Tatarlardan meydana gelirken şimdi bu görev Gedik Ahmet Paşa’ya verilmiştir.
Neticede kader hükmünü vermiş, her iki olayda da bir taraf kazanırken diğer taraf kaybetmişti görünürde.
Ama gelin görün ki ideallerin gerçekleşmesi noktasında bu anlamsız savaşların gerçek bir galibi yoktu ortada.
Mağluplar da galipler de nefislerinin esiri olmuştu sonuçta.
Yıldırım Bayezid’in esir düşmesi ile yaşanan felaketin tesirleri sadece Osmanlı coğrafyasını kuşatmakla kalmamış, topyekün insanlık alemi bu olaydan nasibini almıştır.
Osmanlı’nın başsız bırakılmasıyla yaşanan fetret sadece Anadolu’yla sınırlı kalmamış, fetihlerin kesilmesi; bir yandan Klisenin dogmaları, diğer yandan derebeylerin ceberut baskısı altında inim inim inleyen Ortaçağ karanlığındaki Hristiyan Dünyasının İslam medeniyetinin hızla yayılan ışığından mahrum edilmesini netice vermiştir.
Fetret devrinden sonra Osmanlı’nın yeniden toparlanıp Anadolu’da birliği , Balkanlar’da dirliği tesis etmesi için gösterilen çaba onlarca yıl sürmüştür.
Bu uzun sürede Anadolu’daki Türk Beyleri yeniden bir bayrak altına altınmış, evrensel bir düzen tesis eden efsane Osmanlı Sultanı Fatih tarafından İstanbul fethedilmiş, insanlığın gelişmesinin önündeki en büyük engel olan köhne Bizans'ın tefessüh etmiş çöküntüleri kaldırılmış, Otranto’ya kadar gidilerek Rim Papa’nın yüreğine korku salınmış, Akdeniz’de elde edilen başarılarla Rodos Şövalyelerinin uykuları kaçırılmıştır.
Durum böyleyken Fatih’in ölümü ile kardeşler arasında çıkan taht mücadelesi Papanın da şövalyelerin de yüreğine su serpmiştir.
İki kardeş arasında meydana gelen kanlı çarpışmayı Hristiyan dünyasının liderleri ellerini ovuşturarak seyrederken, dün Otranto önlerinde destan yazan Gedik Ahmet Paşa gibi bir kahraman bugün iki ateş arasında ne yöne gideceğini bilemez bir vaziyette çırpınmış durmuş, sonunda ya devlet başa ya kuzgun leşe diyerek gönülden sevdiği Şehzade Cem’i bırakarak hain damgası yeme pahasına da olsa, saltanatın bekası için Bayezid’in yanına geçmeği tercih etmiştir.
Kaybedenlerin sonu hep hüsran olmuştur.
Bu olayları bize aktaran müverrihler de, bir kese altın, bir samur kürk uğruna saltanata karşı çıkanları hain, sevk edenleri münafık , padişah efendi hazretlerine muhalefet edenleri mel’un olarak nitelemişlerdir.
Birilerinin yaptığı gibi tarihi popülerize etme adına, geçmiş zaman mahkemeleri kurarak yaşanmış bitmiş olayların kahramanlarını yargılama soytarılığına soyunacak değiliz.
Biz ancak kalemimizin gücü nisbetinde olan biteni aktarmakla mükellefiz.
Olan bitene gelince…
Demirel’in valiye dediği gibi Habil, Kabil’in kardeşiydi; Kabil de Habil’in…
Cem, Bayezid’in kardeşiydi. Bayezid de Cem’in…
Hepsi bu…
Onlar birbirini yedi.
Akbabalar sevindi.