Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Temmuz '07

 
Kategori
Anılar
 

Kelenderis anıları ve Arkeoloji....

Kelenderis anıları ve Arkeoloji....
 

Halk arasında hakkımızda genel kanılar vardır: Arkeologlar ya "Defineci"dir ya "Mezarcı"dır ya da "Kazıcı". Onlara göre biz, altın buluruz, mezar kazarız, elimizde fırçalar bir şeyler fırçalarız hatta Indiana Jones gibi elimizde kırbaç, üzerimizde kemik rengi bir şort ve gömlek, başımızda da yine aynı renkte bir şapka ve ayağımızda a çoğunlukla bej rengi bir bot ile hazine peşinde koşan garip insanlarızdır. İnanın Arkeoloji bu kadar "parlak" ve "maceralı" değil.

Bir kere şu yanlışlığı düzelteyim: "Arkeoloji Nedir?" diye bir insana sorarsanız size diyeceği ilk şey "Kazı Bilimi" demek olur. (Birinci sınıftayken bir hocam, daha ilk dersten bu soruyu bana sormuş ve benden aynı cevabı almıştı!) Oldukça yanlış olan bu cevabın doğrusu şudur: Arkheos ve Logos sözcüklerinin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir sözcük olan Arkeoloji, "Eskinin Bilimi" anlamına gelmektedir.

Bu ön bilgilerden sonra gelelim Kelenderis'e...Kelenderis, günümüz adı ile Aydıncık, Mersin'in 173 km uzağında yer alır ve Mersin'e yaklaşık 5 saat uzaklıktadır. (Çünkü yolları Silifke'ye kadar düzgünken ve daha sonra dağı tırmandığınızdan oldukça dar ve virajlıdır. Bu yüzden gidiş çok uzun sürmektedir.)

Benim buraya gidişim de tam bir tesadüfler zinciri ile başladı. 2. sınıftaydım. Kazıya gitmek istiyordum fakat çekincem de büyüktü. Daha Klasik Arkeoloji ağırlıklı bir kazı istiyordum. Kelenderis Kazı Ekibini yeniden yapılandırmak isteyen Ayşe Hoca'ya bir arkadaşım adımı vermiş. Daha sonradan kabul edilmemle beraber kazı ekibine dahil oldum. Geçen dönem kazılarının hayli iyi geçtiğini de duyunca bu fırsatı kaçırmak istememiştim.

İstanbul'dan Mersin'e gitmem de ayrı bir maceraydı. Yaklaşık 16 saat süren yolculuğumun ardından 50 derece sıcağın altında beni Aydıncık'a götürecek servisin kalkmasını bekledim. Ve bu bekleyişim sabah 07.30'dan öğlen 11.35 civarına kadar sürdü. Servise bindiğimde gideceğim yolun ne kadar olduğunu bilmediğim için ne uyuyabildim (Zaten yolculuklarda uyuyabilmem imkansızdır!) ne de sıcaktan kendime gelebildim. Bir yandan açtım ve bu yüzden midem bulanıyordu, diğer yandan da uykusuzdum ve uyumam mümkün görünmüyordu..."Daha gelmedik mi?", "Neredeyim ben?!" gibi binbir sorunun ardından Aydıncık'a geldim. İki arkadaşım beni karşıladı ve nerede kalıyoruz biliyor musun dediler. Hayır diyebildim güçlükle. Bir Düğün Salonu dediklerinde dalga geçiyorsunuz dedim!Hayır ciddiyiz dediler...Daha ilk anda beynimden vurulmuştum. Çünkü geçen sezon çok daha iyi şartlarda kazıya gitmişlerdi.

Toplu yerde kalmaya alışkın olmamın dışında (O yılla beraber 3 yıldır yurtta kalıyordum) ekipteki neredeyse herkesi tanıyordum. Bunu çok sorun etmemeye çalıştım. Ama beni daha mükemmel sürprizlerin beklediğini bilmiyordum. Bavulu kaldığımız yere bırakıp, kazı evine gittik. Gittiğimizde temizlik yapılıyordu. İşte o anda kendime şu soruyu sordum "Benim burada ne işim var?"

Bunu sordum çünkü, kendimi dünyanın en işe yaramaz en yazık günah insanı hissettim. Halbuki daha yeni gelmiştim ve gelir gelmez bir iş yapmam olanaklı değildi. Ama nedense kendimi böyle hissetmekten alıkoyamadım.

Akşama doğru kaldığımız yere döndüğümde beni bir şok daha bekliyordu: Bizim ekibin dışında aynı kazıda çalışan başka bir üniversitenin ekibinden bir kaç çocuk da bizim kaldığımız yerdeydi! Ve hiç de hoş tavırları yoktu...
Bunu da geçmek istedim ama daha kötüsü vardı: Kaldığımız yerde yatağımızı kendimiz inşa ediyorduk! Nasıl oluyor demeyin hemen anlatayım: 8 ila 10 tane kadar demir ayaklı, tahta oturaklı sandalye alınır, ayaklarından ve yaslanma yerlerinden telle birbirlerine bağlanır ve üzerine sünger yatak karşımı döşek konur. Yatağınız hazır, afiyet olsun!

Çok da hanım evladı sayılmazdım ama o telleri bağlarken ellerimi yaraladım ve hatta parmaklarımın bir kaçını da kestim. Doğrusu canım acımıştı. Bütün bunları bir kenara bırakmak istesem de bir türlü bu mümkün olmuyordu. Kaldığımız yeri atlasam diğer elemanları atlayamıyordum! Bir de bir "duşumuz" vardı ki bütün Milliyet Blog yazarlarını toplasam duş demezlerdi herhalde... Gelin odasının yanı başında garip bir yapıydı duş...Ama erkeklerinki daha acıklıydı!Onlar, mutfak olduğu varsayılan bir alanın musluğuna bağlanmış bahçe hortumu ile duş alıyorlardı. Kısaca halimiz oldukça acıklıydı. Daha güzeli, işçiler gelmemişti ve arazi berbat bir durumdaydı.

Sabah 05.30'da kalkmak ve kahvaltı yapıp araziye gitmek, daha sonrasında da öğle yemeği için 12.00'da yeniden gelmek ve akşam 18.00 (ya da 19.00) civarında gelip akşam yemeği yemek ve 20.00'da da işleri bitirmekle son bulan günler silsilesiydi Kelenderis Kazı Programı. Ben, sağlık sorunlarımdan dolayı (Bu da ayrı bir hikaye) araziye çıkmayacak, kazı evinde kalıp buluntuların envanter listesini tutacaktım. Buraya kadar sorun yoktu ama gördüklerimden sonra "muhteşem" bir bunalıma girdim! Ailem ne zaman arasa ağlıyordum yok yere. Ve sonunda son darbe de inince beynime kan sıçradı. Biyolojik Saat'im beni güzel ağrı ve sızılarla vurdu. Bu da herşeye noktayı koyan ve benim "Yeter Artık" dememe sebep olan olaydı. Geçici kazı başkanımız beni iknaya çalışsa da, arkdaşlarım kal diye çok ısrar etse de daha fazla dayanamazdım. 3. günün sonunda sabah 06.00 gibi kalkıp yerimi ayırttım ve kazıdan ayrıldım.

Şunu aslında iyi biliyordum; kazı güllük gülistanlık bir faaliyet değildir, çok zordur ve insanı çok yorar. Şartların ağır olması da kaçınılmazdır. Ama bu kadarı bana ve sağlığıma çok fazla gelince bıraktım. Zaten ben gittikten sonra bayağı bir kopma olmuş ekipten. Kazının sonunu çok az insanla tamamlamışlar.

Ödeneğin çıkmayışıydı aslında bu kadar olaya sebep. Hatta sırf bu yüzden gelemeyen işçiler yüzünden 2 hafta boyunca herkes araziye çıkıp ot yolmuş ki otların boyları 1.5 metre civarındaymış duyduğuma göre.

İşte size bir Arkeoloji anısı...

Sürçi Lisan etti isem af buyurun..

Saygılar...

Nonethelessh...

 
Toplam blog
: 58
: 883
Kayıt tarihi
: 24.09.06
 
 

Tuti mucize-i guyem ne desem laf değil, çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil! Ne acayip... ..