Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ekim '16

 
Kategori
Tarih
 

Kendine yabancılaşan insan, Aborjin yerlilerinin deyimiyle; 'değişime uğramış olanlar'

Kendine yabancılaşan insan, Aborjin yerlilerinin deyimiyle; 'değişime uğramış olanlar'
 

Dünyadaki yerli halklar insanın en eski geçmişidir. Madalyonun öbür yüzünde ise modern insan var. Gelişimin sekteye uğraması ile çöküş ve beraberinde çürümenin başlaması halklar açısından aynı dramatik etkileri başlattı. Yerli halkların hala yaşaması ise bir mucize ve yaşamayanların bıraktıkları izler hala canlı... Ortak geçmişimiz ve insanlık tarihi bilgisinin en temelinde de, en tepesinde de onlar oturuyor. Arada birşeyler oldu!

Yerlinin, günümüz modern insanından bahsederken  'değişime uğramış olanlar' diye bahsetmesi ilgimi çekti. Aşağı görme yok, yüceltme yok, yargılama yok; sadece gözlem ve tespit var ve gerçek bir anlayış. Hepsi bu. Oysa modern insanların pek çoğu için onlar ilkel, yabani ve cahil. Okumuş olanların elinde pek çok oyuncak var ve fakat anlayış yok! Değişime uğradık, bu çok doğru! Bu değişim pek çok konuda 'kendine yabancılaşma' şeklinde ortaya çıktı. Dünyadaki insan profilinin çok büyük bir yüzdesi bugün kendine yabancılaşmış durumda! Aslında düşünce biçimi bozuldu. Bir çok yönlendirmenin etkisi altında insan kirlendi ve artık o boş değil; ruhu, kafası, düşünceleri çok fazla şey ile dolu!

Eser Coşkun’un ‘Düşzamanı’ adlı kitabının sayfalarında gezinirken günümüz insanının düşünüş, yaşayış ve bakış açısı ile kitaba konu olan Aborjin yerli halkının düşünüş, yaşayış ve bakış açısı arasındaki farklılıkları düşünmeden edemedim ve bir karşılaştırma yapma isteği duydum. Yaklaşımdaki detaylar kendine yabancılaşmanın gerçek nedenlerini ve süreci çok net gösteriyordu. Bu farklılıkların yaşam biçimlerini, aslında yaşamımızı ve doğal yaşamı zehirleyen etkilerini ise fark etmemek elimde değildi!

Bakalım en eski geçmişimiz bugün nasıl bir hal aldı;

Yerli; doğa, evren ve insan arasındaki canlı ilişkiyi bilir ve yaptığı her edimin bir diğer zinciri etkilediğini, etkileyeceğini görür. Değişime uğramış olanın evrenle, insanlarla, doğayla olan ilişkisi kopuktur. Edimlerini, zincirin diğer halkalarını düşünmeden yapar.

Yerli ancak simgelerle uyum içinde yaşayabilir. Simgeler dünyası onlar için düşünceler ağının bilinçaltında sahip oldukları ilk imgelerle uyuşması anlayışıdır. Değişime uğramış insan için simgeler dünyası metafiziğin küçümsenen alanına terk edilmiş olup bu günümüz insanı için inanç ve bilgi sorunudur.

Yerli doğal bir şekilde doğa tarafından eğitilir. Modern insan bilinci, sömürgeci yaklaşımla çöp tenekesine çevrilmiş olarak eğitildiği için önyargılarla doludur.

Yerli doğayla uyum içinde yaşar. Değişime uğramış olan için doğaya egemen olma, uygarlığın tanımıdır.

Yerli gelenekseldir. Modern insan ise kendine uygar derken arketip gelenekleri keskin bir şekilde bir kenara iter. Ve yuvarlandığı büyük bir metafizik boşluk içinde yaşadığını sanır.

Yerliler için bilgi, bilginin kaynağı ve onun aktarılması yaşayarak olur. Modern insan için bilgi ezberlenmesi ve konuşulması icap eden içselleştirilmemiş ve yaşanmamışlıklarla dolu bir halde havada asılı kalır.

Yerliler için ‘düşzamanı’ vardır. Bu sürekli yeniden doğan, tazelenen, değişen zaman dışı bir zamandır. Onlar için zaman, evrenin metafizik gizeminin mitolojik imgesidir. ‘Düşzamanı’ içinde, şarkılar, öyküler, sanat, işaretler, simgeler, tüm ritüeller canlı bir şekilde yaşar. ‘Düşzamanı’ doğa ve insan arasındaki uyumu düzenler. O, doğanın ruhudur. Yeryüzü düş zamanı için zengin bir bilgi kaynağıdır. Yerliler yeryüzünde gerçekleştirilen her bir eylemin daha önce başkalarınca başlatılmış eylemler olduğuna inanır. ‘Düşzamanı’ içerisinde bir başkası başlatılmış eylemleri devam ettirdiği, yeniden başlattığı ve tekrar ettiği ölçüde varlığı anlam kazanır. Bu durumda gerçeklik yalnızca tekrar ve katılma yoluyla kazanılır. Modern insan için klasik zaman vardır. Ve her şey zamanın içine sıkıştırılmıştır. Değişmesi, kendini yenilemesi, tazelenmesi icap ederken türlü engeller yüzünden insan, geçmiş, gelecek içinde sıkışarak şimdiyi kaçırır. Öyküler, içinde taşıdığı gerçekliği yaşayamaz. Semboller yaşamın içinde kullanılmaz. Her şey göründüğü şekliyle bilinir, algılanır, öteden beri gelen izler sürülmez, kavrayış tıkalıdır. Modern insan her şeyi bilimin nesnel bakışıyla değerlendirdiğinden evrenin ruhuna arkasını dönmüştür. Mitolojiye kör ve sağırdır.

Yerli için düşzamanı evreni algılayış biçimidir. Bir din değil, bir doğa inancıdır. Merkezinde bir insan yoktur ve temelleri tarihten gelmez. İnsanı yaratılışın tacı görmez. Evrendeki ve doğadaki her şey ayrıcalıksız, önceliksiz olarak eşit ve kutsaldır. Ruhsal bir üstünlük yoktur. Bu disiplinle beslenen anlayış yerliyi doğanın ayrılmaz bir parçası haline getirir. Modern insan dünyaya dini inanç çerçevesinde bakar. Buna göre biçimlenen ve öngörülen kurallar içinde yaşamaya uğraşır. Ona göre insan yaratılmışların en önceliklisidir. Diğer parçalar kendine sunulan nesnelerdir.

‘Düşzamanı’ evrenin her yerindedir ve yerli için insanın en geniş ailesi evrendir. Modern insan için aile kendi çıkar ve menfaatlerini ön planda tuttuğu anne, baba ve çocuklardan oluşur!Yerli tüm doğa ile akraba olduğuna inanır. Bir yere ait olmak, yaratılan her şeye ait olmaktır. Yerlinin doğa ile olan ruhsal bağlılığı son derece güçlüdür. Yerli inancı bir ekoloji ve çevre koruma inancıdır. Doğayı tahrip etmekten kesinlikle kaçınır. Günümüz insanı ise akrabalığı insan bazında sınırlı görür ve algılar. Ruhsallık, tinsellik gibi kavramlar fiziksel olarak algılanan şeylerin karşısındaki önemini yitirmiş gibidir! Doğayı koruma ve onun verimliliğini devam ettirmek için insanın bizzat bundan sorumlu olduğu gerçeğine sırt çevirmiştir günümüz modern insanı!

Yiyeceklerin toplanması, avlanma, bir yere yerleşme ya da oradan ayrılma belirli zamanlarda yapılır. Bu zamanlar, doğanın ve içerisinde yaşayan canlıların yaşam haklarına saygıyı baz alır. Mevsimsel döngüler bunun için en önemli zamanlardır. Yerli yiyecekleri toplarken onun bir kısmını toprakta bırakır. Süt veren ve yavru olan hayvanlar kesinlikle öldürülmez. Avlanma kendi içinde yasalara bağlıdır. Zevk, spor ve öylesine asla avlanılmaz. Kendine yetecek kadar av yapılır ve hayvanın acı çekmesinden kesinlikle kaçınılır. Öldürülen hayvanın her bir parçası kullanılır. Bir av hayvanı yerli için sadece yemekte değil, bir giyim ve bir eşyada da kullanılan ve simgesel önemi olan bir hediye olarak kabul edilir. Yasaların her biri canlıları ve ekosistemi korumaya yönelik olup her canlıya kendini yenileyebilme süresi ve imkânı verir. Günümüz insanı üretmeden tükettiği için üretim kısmından zaten bihaberdir. Aldığı ve onun için ‘nesne’ gibi olan nimetleri boşa giderirken, çöpe atarken ya da doyduğu halde daha fazla yerken hayvanların nasıl öldürüldüğünü düşünmez!

Yerliler için ‘Totem’ önemlidir. Bir kara hayvanı, bir kuş veya bir balıkla simgelenen ata ruhunun kutsal bir objede sergilenmesine ‘Totem’ denir. Totem kutsal atanın ‘düşzamanı’ndan başlayan yaratıcı gücünü temsil eder. Grup toteminin dışında her yerli de kişisel olarak bir toteme sahiptir. Her canlının bir diğerine olan etkisi korunur ve gözetilir. İnsan bir ottan, bir hayvandan öğrenir. İnsan totem hayvanı ile ortah ruha sahip olduğu için insan ve hayvan bir bütündür. Bu bağ insan ve doğa arasındaki bütünlüğün, uyum ve dengenin simgesidir. Günümüz insanında bu ruh kaybolmuş gibidir. Burçların yüzeysel dünyalarında aradığını da bulamaz. Kadim bilgilere erişememe ruhunda derin acılar bırakır. Anlamaya çalışır, anlayamaz. Geleceğinden haberler almaya çalışırken, rüyalarını anlamaya çalışırken eksik olduğunu hisseder. Unuttuğu şey ve aslında kendini kopardığı şey Doğa’dır. Doğadan gelen bilgeliktir. Hayvanların kendilerine ait dünyalarının, bitkilerin kendilerine ait dünyalarının, güneşin, ayın ve yıldızların kendilerine ait dünyalarının sessiz bir dili olduğunu bilmez. Zihni öylesine doludur ki işitemez! Bir bakıma günümüz insanı kör, sağır ve dilsiz gibidir!

Yerli yaşam dizgesini ritüellerle birbirinden ayırır. Çocuklar, erginleşmiş kişiler ile yaşlılar bir aşamadan diğerine geçerken adına kabul töreni (inisiyasyon) dedikleri bir öğrenim ve sınavlar bütününden geçerler. En önemli olay da çocukların yetişkinliğe geçişidir. Böylece erkek ‘tam erkek’ olurken, kızlar da ‘tam kadın’ olurlar. Ritüel sırasında çocuk sembolik olarak ölür ve yeniden doğar. Artık o yeni bir insandır ve yeni bir ad alır. Yeniden doğuş ile saf bir varoluş başlatılır. Saf bir varoluşun başlangıcı özgürlüktür. Diğer yandan ölüm ve yeniden doğuş insanla onun totemi arasındaki ruhların değiş tokuşunu da simgeler. Çocuk yeniden doğarken ‘Düşzamanı’ndan gelen bir ata ruhun rehberliğini de taşımaktadır artık. Günümüzde çocuk dünyaya kendi saf bakışını getirir ama koruyamaz. Ebeveynler çocukluktan itibaren kendi yaşanmamışlıkların öfkesini, yaşadıklarının çıkarımlarını çocuktan alır gibidir. Kendi yanlışlarına düşsün istemezler. Kendi derslerini onunkiyle karıştırırlar. Her şey karman çorman olur. Çocuk kendini tanıyamaz, ne isteyip ne istemediğini bilemez. Kendini kendi olamadığı durumların içinde bulurken eksik hisseder! Ergenliğe geçişi çocukluğundaki bastırılmış duyguların etkisiyle sancılı olur ve ergenlikten itibaren yaşamı boyunca da içinde ağlayan bir çocukla dolaşır durur!

Doğada pek çok kutsal yer bulunur. Bu kutsal yerler, yaşamlarının ve akıllarının özüdür. Her kutsal merkez dünyevi ortamdaki boşluğu dolduran bir güçtür. Onlar insanın kendisi ve çevresi ile olan bağı besleme sorumluluğunu gösterir ve anımsatırlar. Buralarda yapılan ritüellerle bu bağ beslenir ve korunur daha önce burada bulunan Ataruhlar ile bağlantıya geçilir. Bu yerler tehlikeye düşerse ‘kosmoz’un tüm işleyişi de tehlikeye girer. Doğasından ve ‘düşgörme’ yerlerinden mahrum olan biri hiçbir şey olur, canlılığı ve geleceği olmayan bir hiçliğe döner. Günümüz insanının kabul ettiği kutsallık ‘Doğa’dan kopuk ve salt ‘Yaratıcı’ ile kurulduğu düşünülen kutsallıktır. Affolunan kutsal yerlerde ne ‘Doğa’ ile ne onun işleyişi ile ne de insanın doğa ile olan ilişkisinden söz edilir. Kişi sadece kendi yaşamı ve ölümden sonraki yaşamını düşündüğü bir bakış açısıyla kutsal bir yerde kutsal bir edimle yer aldığını düşünür ve buna inanır!

Bir çocuk doğduğunda anne ve çocuk arasında bulunan göbek bağı kesilir. Göbek bağı aynen anne ile çocuk arasındaki gerçek sevgi, gerçek dostluk ve gerçek şefkat gibi nitelikleri temsil eder. Ve bu bağ iyi bir eğitimle oluşturulmuş gelişkin kadın değerlerini simgelerken diğer yandan kendisini yaşamın büyük gelişimine sunan çocuk masumiyetinin ve saflığının bir parçasını kendinde taşır ve özel bir ritüelle korunur. Günümüzde öylesine atılan göbek bağları anne ve çocuk arasındaki bu kutsal ilişkiyi daha en başında sekteye uğratır. Yaşamanın onuruna katılım eksik kalır. Hem anne hem de çocuk bunu yaşamları boyunca hisseder!

Yerliler kaynaklarını korumak, yaşam düzeylerini yükseltmek ve doğayla uyum ve denge içinde yaşamak için ‘doğum kontrolü’ uygularlar. Çeşitli bitki ve otlar bu amaçla kullanılırken yeni gebeliği azaltıcı etkisi olduğuna inanıldığı için çocuklar bazen üç bazen de altı yaşına kadar emzirilir. Çocuklar için en önemli şey özgür, mutlu ve doğal yetişmeleridir. Büyüklerin hoşgörüsü sınırsızdır. Her çocuk şarkı, dans, mitolojik öykü, kum çizimi ve ip oyunlarını küçük yaşlarda öğrenir, koşar, yüzer, güreşir, kavga eder, çamurların üzerinden derelere kayar, ağaçlara tırmanır. ‘Düşzamanı’na ilişkin öykü ve öğretiler sessiz ve sabırla dinlenir. Sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamı küçük yaşlarda öğrenirler. Toplum ve doğa okul, kabile üyeleri ve akrabalar öğretmenlerdir. Ailenin hangi ferdi ile nasıl bir ilişki kurulacağı çocukken öğrenilmelidir. Böylece yerli çocuklar tüm yerli toplumunun yer aldığı bir akıl haritası ile büyürler. Akrabalık yasaları kendi soyları dışından kimselerle evlenmelerini gerektirir. Kabile kardeşi olan bir kız ve bir erkek kesinlikle evlenemez. Diğer soylar arasındaki ilişki önemsenir. Çünkü bu soylar çocuğun ilerdeki potansiyel eş ve ebeveynlerini barındırır. En önemli eğitim olan ‘Düşzamanı’ eğitimi ise erginlenmeyle başlar. Yine de her çocuk daha küçük yaşta doğa denilen kutsalın bir parçası olduğunu ve onunla uyum içinde yaşamanın ‘HERŞEY’ anlamına geldiğini sezinler. Günümüz insanı çocuk yetiştirmenin disiplin altında, kontrol edilmesi gereken bir kurallar bütününde olması gerektiğini düşünür. Çocuk özgür ve mutlu değildir. Zira ana ve babasının bu konudaki farklı görüşleri kendi arasında çarpışmakta olabilir. Çocuğun nasıl yetiştirileceği konusunda fikir birliğine varamayan ana baba çocuğu da sürekli bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirir. Ne aile ne toplum ne de doğa kuralları olması gerektiği yerdedir! Birbirini tamamlayan bir bütün olacağı yerde parçalar kendi içinde çelişkiye düşer! Okul eğitimi çocuğun içinde neler hissettiğine, yeteneklerinin aktığı yöne bakmaz. Oyun eğitimi, beden eğitimi, ruhsal disiplinler, sanat açılımları yetersizdir. Sürekli budanan ağaçlar gibi filizlenmez ruh. Neşesini, canlılığını gitgide yitiren para kazanma makinelerine böyle dönüşür insan!

Çocukluktan yetişkinliğe geçmek demek olan erginlenme ritüelleri aday için korkunun denetlenmesi, açlığın denetlenmesi, acının denetlenmesi gibi hem fiziksel hem de ruhsal güçlendirici sınav ve öğrenim toplamını içerir. Güç sınavlarından sonra sıra arınmaya gelir. Arınma genellikle su, ateş ve toprakla yapılır. Örneğin aday bir göl, ya da bir nehre sokulur. Bu yaşamın yenilenmesini, önceki yaşamın olumsuz etkilerinden kurtuluşu simgeler. Yeni ve erginleşmiş bir insan olabilmek için yeni ve temiz bir bilince sahip olmak gerekir. Günümüz insanı bu ritüellerden modern yaşam dizgesinde mahrumdur. Çocukluktan erginliğe geçiş hem fiziksel hem de ruhsal güçlülük açısından eksik kalır. Yetişkin olarak addedilen bir insan toplumun kendisine yüklediği sorumluluk ve kurallar bütününün altında ezilirken psikolojik gereksinimlerini baskılar. Beden ve ruh arasındaki akort bozulur, güçlü görünmek güçlü hissetmenin yerine koyulur. İnsan, zayıf bırakılmış yanları gereği birbirini tüketen bir döngüye böylelikle takılı kalır. Takılı kaldığı bu döngü içinde ne doğaya ne evrensel yasalara ne de kendine saygıyı koruyamaz ve besleyemez. İlgisizlik ve bencillik saygının yerini almıştır.

Yerli doğanın kendisinden gerekli bilgi kaynaklarını bulmaya çalışır. Bu bilgi doğayla uyum içinde yaşamak için kullanılır. Modern insan için bilgi üst üste yığılan, kişiye ait olduğu addedilen bir biçime sokulmuş gibidir. Elde ettiği bilgi, doğaüstünde üstünlük kurmak için kullanılır. Bütünün iyiliği göz ardı edilir. İnsan gerçek bilgiye böylelikle ulaşamaz, onu hak etmemiştir ki! Bu yüzden gözünün önündeki, burnunun dibindeki her şeyi saf ve yalın haliyle görmeyip ona saygı duymadığı sürece var olan her şeyin kendi bilgisini ona aktardığını göremez. Kendi üstünlüğünü bir kenara bırakmadığı sürece de göremeyecektir!

Yerli halklarda doğum, cinsiyet ve soya dayalı eşitsizlik yoktur. Aborjin toplumunda tek ayrıcalık yaş ve bilgidir. Bunlar içerisinde her zaman öne geçen ise bilgidir. Bilgilerin niteliği geleneklerin oluştuğu kutsal ‘düşzamanı’ndan gelir. Yerliler bir şef tarafından değil kutsal ‘düşzamanı’nın bilgilerine vakıf olan bilge yaşlılar tarafından yaratılıştan bu yana gelen ve yazılı olmayan yasalara uygun bir biçimde yönetilir. Modern insan dünyasında eşitsizliklerin bir kıstası yoktur. Bilgi ile yönetilen toplumlar yoktur. Güç karmaşası ve hiyerarşik karmaşanın getirdiği yıkıcı etkiler yüzünden kalabalıkların oluşturduğu güruh,  karışıklığa düşmüş aklı rahatlatmak için bilgiyi arayan insanlarla ayrı dünyalarda yaşıyor gibidir!

Müzik, yerli kültürü için çok önemlidir; duyarak öğrenilir, söylenerek aktarılır. Şarkılar, esinlerle oluşmuştur ve her yerdedir; doğum, ölüm, yas, erginlenme, aydınlanma törenlerinde..  Her türlü alet müzik aleti gibi kullanılabilir. El çırpma, tempo tutma, elleri dizlere vurma gibi. Müzikli bolluk ve bereket ritüelleri yapılır. Her seremoni ‘düşzamanı’na saygı dolu bir dramadır. Zamanı yeniler. Müzikle kavgalar yatıştırılır, dargınlar barıştırılır, evlilikler düzenlenir. Müzik yaşamın içindedir ve yaşamın çok özel bir düzenleyicisi gibidir. Günümüzde müzik yaşamın içinde değildir. İnsan yaşanmışlıklarına müziği yeterince karıştıramamış gibidir. Onu ayrı bir yerde tutar gibi…

Yerliye göre tüm hastalıkların nedeni aynı köklere dayanır. Hastalık ruhsal neşenin kaybıdır. Düşzamanından ayrı düşmektir. Bu yüzden hasta olmak insanın kendi sorumluluğundadır. Günümüzde insan hastalıklarda kendisinin rolünü düşünmez. Kendi bedeni ile olan bağlantısı kopuk olduğundan kendine bir bütün olarak bakamaz. İlaçlar insanların bir yerini iyi ederken başka yerlerinin işleyişini bozar. Hastalık aslında bağışıklık sisteminin anormal tepkilere verdiği normal reaksiyonlardır. Bu reaksiyonların kendine dışa vurmasına izin vermek gerekir. Modern tıpta ise bu reaksiyon baskılanır. İnsan sağlığı ticaret için kullanılmakta ve insan bedeni ve ruh ve beden sağlığı umursanmamaktadır.

Yerlinin zihni temizdi. Üzerinde oynanacak kontrol mekanizmaları henüz o zamanlarda yoktu. Basit ve doğal bir hayatın içindeydi. Her şey sadeydi. Günümüz insanı zihninin kontrol edilmesini, yönlendirilmesini içinde bulunduğu yaşam biçimleri nedeniyle engelleyemediğinden davranışları da yönlendirilebilmektedir. Televizyon, bilgisayar gibi teknolojik aletlerle insan beynindeki elektromanyetik dalgalar bugün insanın haberi bile olmadan yönlendirilebilmekte ve değiştirilebilmektedir. Bugün renklerle, kokularla, kimyasallarla insanın insana oynadığı soğuk savaş şiddeti gitgide artan bir şekilde hem fizyolojik hem de psikolojik sağlığı ciddi bir biçimde tehdit etmektedir.

Ateş yerli için kutsaldır. Yemek, korunmak, ısınmak, yaşamak için ateşten faydalanılır. Ona saygı gösterilir.  Ateşin yakılması ve söndürülmesi törenseldir. Günümüzde ateşin yakılması ya da söndürülmesi ‘öylesine’ yapılır. O da diğer nimetler gibi insanın hizmetine sunulmuş bir ayrıntıdır sadece.

Yerli dünyanın koruyucusu olarak kabul eder kendini. Yediği, barındığı, geçip gittiği yerlerde iz bırakmaz, değişime neden olmaz. Günümüz modern insanı geçtiği, kaldığı, yaşadığı yerleri bozar. Onun için en temel olan rahatı ve konforudur. Yaptığı edimlerle doğadaki zinciri nasıl bozduğunu görmez. O doğanın koruyucusu değil, kendini herşeyden ayrı gören bir ‘doğa bozucusudur’.

Yerliye göre Yaşam bir Rüya Görme’dir. Herkes kendi rüyasını görür, kendi rüyasını yaratır. Hepsi budur. Rüyaların bir diğerinden farklı olması, yapıcı olması, yıkıcı olması, olumlu ve olumsuz olmasının nedeni budur. Her biri ‘hareket halindeki evrensel yasadır.’ Ve yaratılan her insana rüya görme hakkı verilmiştir. Kendi rüyasını yaratma hakkı… Bunun için başlarına gelen onca kıyım, asimilasyon, katliam ve daha pek çok acı ve trajediye karşı bir anlayış ve kabul geliştirebildiler. Ama enerjilerini vermediler, onlarla birlikte olmadılar. Yerlinin kendi yasaları farklıdır; rüya görmeleri farklıdır. Onu yaratabilecekleri alanlarla ve kendi Gerçek İnsanlarıyla yaşamayı yeğlediler. Böylesi doğruydu. İnsan gördüğü rüyayı gerçekleştirebileceği şartlarda ve insanlarla kalmalıydı. Diğer türlüsü yok olmaktı.

Değişime uğramış olanların dünyasında ‘çekişme’ vardır. Bir ana-babanın çocuğuna yalnızca birinin kazanacağını, diğerlerinin kaybedeceğini öğretmesi üzerinde düşünülecek büyük bir olumsuzluktur. Yaşamın kazanmak ya da kaybetmek olduğuna inanan bir çocuk sürekli olarak çekişmenin ortasında bulacaktır kendini. Yerlinin dünyasında her şey bir bulmacadır. Büyük bulmacanın neresine neyin ya da kimin konulacağı tamamen her birinin kendi yeteneklerine göre şekil alır. Herkes bir diğerinden farklıdır, onun için de görev ve faydaları da farklı olacaktır. Bu farklılıkların el ele tutuşmasıdır onların beraberliği. Kimse bir diğerinin önünde ya da arkasında değildir. Biri diğerinden daha iyi daha kötü, daha başarılı ya da daha başarısız değildir. Herkes olması gerektiği yerdedir. Herkes için bir yer ve zaman vardır. 

Yerliye göre yedi yön vardır; kuzey, güney, doğu, batı, yukardaki gökyüzü, aşağıdaki yeryüzü ve iç benlik. İnsan yerin ve göğün birliğinden yaratılmıştır. Kuzey, güney, doğu ve batı yaşamda yön bulmak için ve yaşamın akışını anlamak için verilen anahtarlardır. Batı gidişleri, geçmişi, yaşlanmayı, yaşlıyı, kök salmayı, doğu gelişleri, geleceği, gençliği, olgunluğu,  güney ılımlılığı, büyümeyi, koşulsuz sevmeyi,  kuzeyse keskinliği, özbenliği, iç yolculukları, cesareti çağrıştırırken iç benlik şimdi, tüm yardımcıların verilerinin toplandığı merkezdir. Merkez insanın içindedir. İç benliğini keşfetmesinde gizlidir. Değişime uğramış olan günümüz insanı dört yön olarak ifade eder bunu. Gökyüzünü, yeryüzünü, göksel varlıkları, yerdeki hayvanları ve iç benliğini koparıp atmıştır. İç dünyası tamamen dışa dönük olarak yaşamaktan görünen şeylerin ötesindeki gerçekliğe kapanmıştır. 

Yerli topluluktaki insanların görüşlerine açıktır. Bu açıklık yaşamın her alanında kendini olduğu gibi ifade etmenin önünü açar. Ve bu topluluğun iyiliği için paylaşılır. Bundan mutluluk, sevinç duyulur. Sevinç ve mutluluk müzikleri ve danslarıyla hayat bulur. Her şeyi müzikleriyle duyururlar evrene. Uyumlu çıkan her sese kuşlar, dereler,ağaçlar ve rüzgar da katılır. Değişime uğramış olanlar genellikle açık görüşlü değildirler. Yargılama ve koşullanma neticesinde gelen kapalılık hoşgörüsüzlüğü doğurur. Yetenekler bu yüzden açığa çıkamaz ise birbirini taklit eden bir yıkıcı döngü içine hapsolur.

Yerli çocuklar, gençler, yetişkinler ve yaşlılarla hep birlikte ateş başında oyunlar oynar. Oyunu başlatan birinin yaptığı bir şeye bir başkası kendi ifadesini katar. Ortaya hiç umulmadık, beklenmedik şeyler çıkar. Birlikte bir yaratımdır bu. Aynı şeyler masallarla ve öykülerle yenilenir.  Oyunlarda amaçlanan şey, yoğunlaşma ve yaratıcılığın gideceği yeri derinleştirmektir. Bu insanın ufkunu genişletir. Güvenini ve inancını besler. Değişime uğramış olanlar oyunları, öyküleri, masalları sadece çocukların dünyasında olan, olması gereken şeyler gibi algılarlar. Onların yetişkin dünyalarında böyle şeylere yer yoktur. Çocukca deyip küçümsedikleri bir şeydir bu çoğu zaman. Yetişkin olmak insanın içindeki çocuğu bir bölmeye hapsetmesi demek gibidir ve bu yüzden çocuklarla zaman geçirmeyi geçiştirirler.

Kahramanlık yerlinin dünyasında doğal bir şekilde vardı. Onlar için kendine karşı dürüst olan, kendini olduğu gibi ifade eden, ‘yeri ve zamanı geldiğinde yapılması gerekeni yapan insan’ doğal bir şekilde kahramandı. Kahramanlık dürüstlüktü, saygıydı, cesaretti ve tüm erdemlerdi. Ve bunlar doğal bir şekilde zaten vardı. Değişime uğramış olanlar tek tip yaşama geçtikten sonra kahramanları, öyküleri, hikâyeleri, oyunları televizyon ekranına hapsettiler. İnsanlar gerçekte yaşayamadıklarını oradan, cansız ve sanal bir kutudan seyreder oldu. Ve kahramanlık ulaşılamayacak bir yere kondu!

Yerli tarihinden, geçmişinden ders alırdı. Her şeyi mağaralarda, kayalarda resmederek kaydeder ve sonraki nesillere aktarımını sağlardı. Tarihin olduğu gibi aktarılması önemliydi. Zaten kafadan kafaya kalpten kalbe konuşan bu insanların evrenle olan bağları açık olduğundan olmuş olanları ve olacak olanları ve olmakta olanları hissederdi. Günümüzde gerçek tarihi bilmekten uzağız yazık ki! Geleceği biçimlendiremememizde bunun katkısı ise çok yüksek olmalı. Her şey böylesine tekrar edebildiğine göre geçmişten ne ders alabiliyor ne de onu doğru dürüst irdeleyebiliyoruz! Ortalık beyaz adamın mucizeleriyle dolu! Ama aslında ortada olan ‘kocaman bir hiç!’

İnsanoğlunun kendine dair unuttuğu, yok saydığı, kaybettiği pekçok şey var. Gelişme dediği gelişme değil, büyüme dediği büyüme değil, ahlak dediği ahlak değil, din dediği inanç değil, ölü dediği ölü, diri dediği diri değil! İnsanlık günümüzde arıza veriyor. Bu sorgulamamız gereken bir andır. Belki geç kaldık. Dünyanın kırılma noktası çoktan geçti. Belki de iklim değişiklikleri, hayvan türlerinin, bitki türlerinin yok olması, coğrafi değişiklikler, doğaya zarar veren her türlü yatırımın yarattığı ağır tahribatlar, rahat ve konfor düşüncesinin insan hayatı üzerinde yarattığı ‘yozlaşma’ ve insanın kendine olan saygısının, doğaya ve diğer canlılara olan saygısının yok olması, hak ve özgürlüklerin yok sayılması ile çoktan geri dönülemeyecek noktalara ulaştı.

Ve artık vakit doldu. İçimizde 'gerçek bilginin' ve aslında en eski geçmişimizdeki halkların bilgisinin, insan ruhunun bilgisinin bizi ittirmesinin yüklediği bir sorumluluk taşıyoruz. İnsanın hem kendisine hem de içinde yaşadığı dünyaya katkısı anlamında bir sorumluluk bu. Ve bu sorumluluk insan olmanın boş veremeyeceğimiz sorumluluğudur!

 

*Eser Coşkun, ‘İnsanın Yaşayan Geçmişi Avustralya Yerlileri, Düşzamanı'

  Susanno Tamaro, Bir Aborjin Bilgeliği Romanı, ‘Sonsuzluğun Mesajı’

 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..