Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ağustos '06

 
Kategori
Kentleşme
 

Kendini arayan şehirler

Kendini arayan şehirler
 

Yanılmıyorsam 1993 yılıydı. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Samsunda bir konferans vermiş ardından da şehri gezmek istemişti. Gezisinin ilk durağı Site Camisiydi. Camiyi gezerken bu camiinin yeni yapıldığını öğrenince 1575 yılında yapılan Selimiye Camiinden örnek vererek bakınız dedi, farzı muhal o devirde yaşamış insanlarla konuşma imkânımız olsaydı da bir Selimiye’yi bir de bu camiyi gösterip bunlardan hangisi daha evvel yapılmıştır diye sorabilseydik. Bize önce bu Site Camii yapılmış daha sonrada Selimiye Camii yapılmış derlerdi. Çünkü birisi çıraklık diğeri de ustalık döneminin eserini hatırlatıyor. İkisinin arasında 500 yıl gibi bir mesafe olmasına rağmen ustalıkta ilerleyememiş, Selimiye’nin çok gerilerinde kalmışız. Yani Bu camii Selimiye’den 500 yıl sonra değil de 500 yıl önce yapılmışa benziyor. Sn. Yalçıntaş, daha önce yapılan büyük sanat eserlerini örnek alıp daha ileri gideceğimize daha da geri kaldığımızı anlatıyor, "işte delili de burada" demek istiyordu. Doğru bir tespitti bu.

Selimiye her geçen gün değer kazanırken bizim bugün yaptığımız binalar 30-40 yıl sonra ömrünü tamamlıyor ve yenisine ihtiyaç duyuluyor. Camilerimiz öyle, okullarımız, yollarımız, köprülerimiz hep aynı. Günü kazanma anlayışına kurban gidiyoruz. Selimiye Camii l568-1575 yılları arasında inşa edilmişti. Yani yedi yıl süren bir inşaat dönemi vardı. Sonra Mimar Sinan gibi 80 yaşına gelmiş bir usta’nın elinde büyüyordu. Peki ya şimdi?

Her zaman söylüyorum inşa edilen bir binayı ilk gördüğünüz anda dilinizden mısralar terennüm edemiyor, oturup şiirini yazma heyecanı duyamıyorsanız o bina için eser tabirini de kullanamazsınız. Şöyle memlekete bir bakınız hangi bina ödüllü ise mutlaka bir sorunu vardır. Sanatsızlığın hakim olduğu, zevksizliğe kurban giden binalar şehirlere yük olmakla kalmamış ruhunu da koparıp almıştır. Yeni yapılan “eser”lere diyemiyorum, binalara bakınız. Hiç birisinde 200-300 yıl sonrasına verebileceğiniz bir mesaj bulamazsınız.

Her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından birisi kopmuş demektir” sözünü hatırlayıp, hatırlatsak da yine de gelecekte bizi ifade edecek sanat eseri binalar inşa edemiyoruz. Oysa eserler, hele de şaheserler şehirlerin temelidir. Kimliğidir, tapusudur. Bu temel yapılar insanların yalnız ruhlarına değil, yüzlerine de akseder.

Tarih ve kültürel yönden zengin şehirlerimize bakınız. Yolların yürüdükçe dinlendiğinizi, evlerin içine adımınızı atar atmaz da büyük bir keyif aldığınızı hissedersiniz. Bizim ecdadımız bırakınız oturdukları evleri gülümsetmeyi, mezar taşlarına bile tebessüm ettirmeyi bilmiştir. İnsanların yaşadıkları şehirlerde binalarla sanki birer kardeşlik bağı var sanırsınız. Adeta şehirler bir mektup kağıdı, sokaklar satır, evlerde satırlara dizilmiş kelimeler gibidir. Onlar şehirleri taş yığınlarına değil de şiirlere dönüştürmüşlerdir. Bunun içindir ki biz o mektubu veya şiiri yüzlerce yıldır okuruz da yine bıkmayız. Böyle şehirlerde daha çok ilim, fikir ve edebiyat adamlarına rastlarsınız.

Dikkat ederseniz geçmişteki yerleşim tarzımızda hiç kimse komşusunun penceresine gelen güneşi kesmezdi. Bu eşitliğe dikkat ederlerdi. Bir başkasının ışığını çalarak aydınlanmaya çalışanlara rastlanmazdı. Bugün böyle yapanlar ışıksız bıraktıklarının karanlığına cehalet diyorlar.

İnsanlar şehirlere göre değil, şehirler insanlara göre yapılmalıdır. Binalar sadece cüzdanlara göre değil, vicdanlara göre de inşa edilmelidir. Sokaklar uçuruma giden çizgiler değil, sonsuza doğru kanatlanan yollar olmalıdır. Dahası içimizde uzayan yol, dışımızdaki yolla birleşebilmelidir.

Şimdi ise nereye gittiğini bilmeyen yolcular gibi hızla uzaklaşıyoruz sokaklardan. Dev binaların altında ezilecekmiş gibi korkarak, bir serçe titrekliğinde yürümeye çalışıyoruz kaldırımlarda. Kaldırımları şiirlerde bırakarak, arkamızdan yetişmeye çalışan devlerden kaçarcasına…Hep bir başka “Hayal şehir” umuduyla yaşıyoruz. Hatta tüm gücümüzle hayallerimize yükleniyoruz.

Unutmak, unutabilmek için denemediğimiz şey yok. Yaşadığımız dünya ile irtibatımızı kesmek için elimizden geleni yapıyoruz. Gerçekleri duymamak için kulağımızı tıkıyor, ya da volüme yi sonuna dek açıyoruz. Gelin sizinle köylere gidelim de sükuneti görün. Orada ne gürültü ne çığlıklar var, ne de tamtam sesleri.

İstanbul, Konya, Bursa, Mardin, Şanlı Urfa birer dünya şehri olmuşsa bunu geçmişiyle olan kültürel bağlarına borçlu değil midir? Mevlâna’nın Konya’ya kattığı maddi ve manevi değeri kaç holdingin yatırımı kazandırabilir ki? Konya’yı dünyaya açan bu engin gönül kapısı olmuştur. Bilmek gerekir ki, yerin altındaki değerlere sahip çıkmayanlar, üstündeki değerlerin kıymetini de bilemezler.

Dikkat ederseniz bugünün şehirleri üç bölümden oluşmaktadır. Birincisi vitrin, ikincisi arka sokaklar, üçüncüsü de varoşlardır. Vitrinde ye ye diye çılgınca oynayıp bağıran, arka sokaklarda onların varlığına göz koyan, varoşlarda da adeta bütün dertleri cılız omuzlarında taşımaya çalışan insanları görürsünüz. Washington’da, Berlin’de, Tokyo’da bunları görürsünüz. Bu hastalığın bize bulaşmadığı dönemlerde bizim hiçbir şehrimizde göremezsiniz. Bir zamanların Edirne’si, Bursa, Mardin, Konya, İstanbul’u böyleydi.

Yalnız binaları yükseltmek yetmez, orada yaşayanları da erdemlerle yüceltmelisiniz. Binaların yüceleşip, insanların cüceleştiği bir yerde huzur aramak beyhudedir. Şeyh Edebalı’nın “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü başlara taç edilmelidir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da zaman isimli şiirinde “Bursa’da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su…”diye başlayan şiirin mısraları bile Bursa’yı devirler ötesine götürmeye yetmektedir. Ya İstanbul için yazılanlar? İşte Samsun içinde böyle şaheser şiirler yazılmaya başlandığında biz bu şehrin kapılarını yeniden dünya’ya açmış olacağız.

Kendini arayan insanların olduğu gibi, kendini arayan şehirler de vardır. Bu anlamda Samsunu “kendini arayan şehir” olarak görüyorum. Samsun bu şehre gönül verenlerin kanatları altında uçmaya hazırlanan bir güvercin, belki okyanusa açılacak bir yelkenli gibidir. Sadece rüzgâr bekliyor. Rüzgârını bulduğu gün kendini de bulacağına inanıyorum. Anlatmaya çalıştığım her şey o rüzgârın içinde. İşte bu rüzgârı bulmak, bütün mesele bu.

 
Toplam blog
: 574
: 922
Kayıt tarihi
: 09.08.06
 
 

Samsun Yazarlar Derneği (Kurucu) Başkanı. 12 kitabı neşredildi. Türk Güreşinin Sembol ismi Yaşar ..