Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Haziran '11

 
Kategori
Şiir
 

Kent destanları 3: Destan-ı Şehrül Şuera (Edirne kenti şairlerine destan)

Kent destanları 3: Destan-ı Şehrül Şuera (Edirne kenti şairlerine destan)
 

Bu kent ki adı şehrül şüera
Yani şairler kenti, Edirne ili
Nice şairler yetiştirmiş, belki yüzlerce
Her biri mısra düşürmüş, beyit pişirmiş
Nazire yazmış, kinaye üşürmüş
Kasideler havada uçuşmuş,
Methiyeler kavuk değiştirmiş.
Gazeller altın devşirmiş
Padişahlar beyit düşürmüş.
Bu kent ki , evladı vatan
Köprüden geçmiş,
Geçerken , Muradiye’den bir su içmiş
Selimiye’de beş vakit namaza durmuş
Şehitler koynunda , kösler vurulmuş.
Ordu batıya doğru yola koyulmuş
Mecidiye’den şairler meyhaneye dönmüş
Ve sohbetler kurulup
Kösler çalınmış.. 

Burası Edirne ili
Serhat diyarı,
Şairler kenti
Dar-ül mülk..
Var sen hesap et
Bu öyküyü dinle, kıyas et
Gerisini sen devam et.. 

Muradi el verdi Avniye
Sekbati Cihangirle Selimiye’de el ele
Tartışırlar matla beyitin hangisi olmasında
Ahmed Paşa (Kadı Efendi) Fatih’ten sonra
Oldu kazasker, sonra .. Küstürür müsün Fatih’i
Sonra, haydi bakalım Yedikule zindanlarına
Sürgünde anlatır derdini, mısralara döker
“Key perişan söyledim bunu yüz karasın bilmedim”
Bunu duyan Mevlevi Cami , döner ha döner
Hüseyin Baykara şaşkın, Anadolu erenlerine.
Cem Sultan köşeden çıkar
Ağabeyine sitem çakar
“Sen gülden yataklarda yatasın
Ben ateşten yorganlara sarınayım
Bu adalet midir?” İsyan eder.
Bayazid eski saraydan seslenir
“Bre köftehor, adalete razı olaydın
Bu hal başına gelir miydi, söylesene
Dünya malına bunca talep ne?”
Cem küskün, yenilmiş kaçıp Rodos’a gider..
Necati çıkar, Bedesten’den, Ahmed Paşa’ya karşı gelir
Ahmed Paşa’ nın önünde saygı ile eğilir
Sorarlarsa: “İsa gelse göklerden
Yine dem vurur Ahmed’den..”
Diyerek, selam-ı takva çakar.
Sağari iner merdivenlerden, Eski Cami’den görünür
Etekleri yerlerde sürünür, kavuğu tepesinde
Bir elinde saz, bir elinde kopuz
Mısra üzerine mısra üşürür
Meclisin ortasına ateş düşürür
Sarhoş naralarından Edirne meyhaneleri inler
Yeryüzünü kaplar, kavga ve gürültüler
Sağari bu, namı diğer Kazzaz Ali
Zühre yıldızını gökten indirip dansa başlar.
Fatih’e, Bayazıd’a, Yavuz’a kopuz dinletir
Kopuz sesinden kainatı inletir
Artık kopuz çalmasını bilen kim kaldı
Sağari de bir hikaye oldu ummana daldı.
Ölümünden önce başına üç ağaç diker
Bir badem, bir servi ve de şeftaliler
Neden, diye soranlara:”Sormadan bilin halimi
Bu dünyada neyledim netdim,
Bir selvi boylunun şeftalisine doymadan gittim.”
Şimdi o ağaçlar, karaağaç yolunda , kesik
Oldu, Belediyenin arsasında odunluk ezik
Ezik ezik uzanırlar utancından atalarından
Ağaç dikmezler, keserler ağaçları
Baltaları yok ama , elektrikten hızarları…
Amasyalı Refik, çıkmış gelmiş nerelerden
Edirne’yi yurt tutmuş ama içi bir garip,
Çamurundan bıkmış, çıkmış meyhanede söylenmiş
“İlahi kurtar bu kentin çamurundan
Seyretmekten vazgeçtim, kurtarsam pabucumu, ”
Der demez, meyhane erenleri sinirlenerekten
“Kim ki şikayet eder bu şehrin pisliğinden
Yüzüne yellen onun, çünkü hoşlanır yelden, ”
Diyerekten, terse forse ederler, biraz sonra
İlmi, ve Revaniyle birlikte Meriç kıyısına giderler.
Yavuz’un bulunduğu bir mecliste Revani söz alır
Yavuz’a yağ yakar, yaltaklanır, söz çakar
Sücudi dayanamaz, söz alır, Revaniye
“Soğuk sözlerle doldurdun cihanı
Başına dolular yağsın Revani, “diye çatar
Revani bu, hiç altta kalır mı, söz alır
“Ey bre Sücudi , yüzünde dokunmadık yer yok
Adın gibi eğil şimdi, yerde bir secde tut”
Diyerekten yaz boz eder şairi, itin arkasına sokar.
Kemalpaşazade, namı diğer Ahmed Şemseddin
Eski yeniçerilerden, palası kanlı, gözleri canlı
Yeninin Darülhadis medresesi müderrislerinden
Mevlana Lütfi’nin mollası, Yavuz’un kollaması
Mısır seferinde buluşmuşlar, yola koyulmuşlar
Konya yakınlarında, Karaman ovalarında
Aman Allah bir kum fırtınası çıkar
Yavuz, “Her halde bu diyarın fırtınası bol olur,
Kum, taş, toprak etrafımızda savrulur, ” deyince
Ahmed Şemseddin lafı düzer ince ince
Padişahım, bilirsiniz yakındır buraya makamı Mevlana
Bundan dolayı, bütün taş, toprak ederler sema “
Yavuz gülümser, bir torba altını boca eder
Kemalpaşa da gülümser, ”Allah zeval vermesin, der.
Yine Yavuz sıkılmış, ahlar puflar ediyor
Sıkıntısını söyleyip şikayetler ediyor
“Şirler pençeyi kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek..”
Diye, yakıp yandırıyor..
Hemen Şemseddin’den bir beyit:
“Ye , iç, eylen bugünden yarının gamını düşünme
Sana ısmarlamadılar bu yalan dünyayı, feryat etme”
Yavuz doldurur kadehini , şaire doğru uzatır
Şemseddin ona bakar, şöyle söylenir:
“Aşk şarabı gönüle bazen neşe, bazen verir keder
Dünyanın hali budur, böyle gelmiş böyle gider.”
Nefi, Dördüncü Murad’la birlikte Edirne’ye gelir
Şehri uzaktan görünce çarpılıp kalır
“Şu görülen Edirne midir, yoksa gül bahçesi mi
Eğer şurası cennet ise, padişah sarayı neresi?”
Diyerekten, söylenir, dinlenir, şehre gelir.
Arkasından Yahya Bey(eski Şeyhülislam)
Kırım Hanı Hüsam Giray ve Hıbri
Yazarlar birer nazire, şan olsun diye Nefi’ye.
Vahdi Cafer bir Edirne velisi,
Yerinde duramaz bir Allahın delisi
Gecesi, gündüzü belirsiz, bir ticaret ticanisi
Yollarda bulur kendini, taa İrana gider
İran bu, Ömer Hayyam’ın ülkesi
Meyhanesi bol, badesi lezzetli
Vahdi Cafer misafir olur, kadehi doldurur.
Bir kadın yanına yanaşır: “Anabacı” dır adı
Aslında hilebaz, düzenbaz, tam bir üç kağıtçı
“Sana bir kadın buldum, der. Dünyalar güzeli
Şahın üvey kızı, Şehrazatın baldızı
Prensesler prensesi, güzeller güzeli Banu..
Şarkın biricik yıldızı.. Bir görsen..
Bir görsen bayılırsın, kendini Çin’de sanırsın”
Vahdi Cafer, kapısını çalar Banu’nun
Görünce vurulur, yüzüne bakar o hurinin.
Banu’ya aşık olur, kervanı onunla yer
Günler, aylar geçer, o Banuyla sermeser..
Para suyu çekince Edirne’ye döner,
Dönmeden önce, Banu’ya bırakır dişlerinden birini
Sakın unutma beni, yine döneceğim sevgili..”.
Dönünce evladı ıyale bin bir çeşit yalan söyler
Kervanı soydular, donsuz paçasız kaldım, der.
Yıllar geçer, Banu’yu bir türlü unutamaz
Geceleri yatar ama bir türlü uyku tutmaz
Yeniden kervan düzer, hadi yeniden yollara
Anadolu içlerinden doğru İrana
Kapısını çalar, hediyeler hazırdır Banu’ya
Banu kapıyı açmaz, bin bir çeşit naz eder
Kapıda Vahdi Cafer durmadan niyaz eder
“İyi baksana bana , dişimi bıraktım sana
Kapında kaldım böyle, derdin nedir, kadın söyle?”
Banu bir torba uzatır içinde yüzlerce diş
İşte “dişler” torbayla, içinden istediğini seç!”
Cafer şaşırır kalır, ulen bu nasıl iş,
Başına gelini anlar, haydi bakalım dön geriye
İşte böyle yutarlar bir eşeği semeriyle
Sonra yolda döktürür mısra mısra dizeleri
“Aşkdan perhiz edem dedim, sabreyledim
Bir güzel heykel sabrımı yağma etti.”
Diye söylenerek, utanarak Edirne’ye avdet etti..
İşte böyledir, Vahdi Cafer’in hikayesi,
Aslında o meseli Hace Abdurrauf adına okudu.
Kimi kısmı unutuldu, kimisi de öykü oldu..
Şair kısmı duygulu olur, gözleri yaşlı olur ,
Edirneli Nazmi’ de sabırlı bir kul olur
Öylesine bekler ki, şikayet eder sevgiliden
Uzunca yıllar bekler, kendini terk edip giden
Sonunda:
“Başım ahımla dumanlı bir dağa dönmüştür
Gözüm yaşımla su dolu bardağa dönmüştür”
Redifli gazelini kağıtlara söktürür.
Ve ağlamaya devam eder, mısra mısra döktürür
“O servin gül yüzü ayrıldığından bu benim benzim
Kışın sararıp solan bir yaprağa dönmüştür.”
Ama vefasız yar dönmez, ne yapsın şair
Oturup da matem mi tutacak, sonunda
Oturur bir beyit düzer güzellere dair..
“Bre Nazmi, şehrimiz şol huriye benzer güzellerle
Güzellikleriyle melekler dolu cennete dönmüştür.”
Nazmi de bir insan, ne kadar ağlasa döğünse
Sevgili gelmeyince, yeni sevgililer övülse..
Yeridir.
Hekim Sinanoğlu, Darüşifa’da bir şair; hekim ama
Hem zeki, hem hazırcevap, hem de nükteli
Yalnız hastalarla, delilerle zaman mı geçer
O zamanı geçirmek için meyhaneyi seçer
Artık bütün gün kahvelerde, meyhanelerde
Gelsin kadehler, gitsin peymaneler
Günler böyle geçip gider. Bir gün
Aşık Çelebi, arkadaşı, laf atar, gediğine koyar
Bre Sinanoğlu, “asıl oturduğun yer oldu meyhane
Evin de ancak bir misafirhane.. bu nasıl iştir?”
Hekimoğlu şöyle bir güler geçer
Bir hicvetse kaldıramaz Aşık Çelebi
Öteden beri biribirine rakiptirler ezeli.
Neşati de Edirneli bir Mevlevi
Durur, durur, döner, durmadan Konya’yı özler
Muradiye Mevlevihanesi şeyhi, usta şair
Nice, nazireler, tahmisler yazıldı divanına dair
Neşati gazel, kaside ustası, Nefi’yi bildi usta
Tasavvuf terbiyesi aldı ama aşıkane yazdı her hususta
“Gittin amma kodun hasret ile canı bile
İstemem sensiz olan sohbeti yaranı bile”
Diyerekten sevgiliye sitem etti
Neşati bu, Mevlevi’dir, otağında sevgi bitti.
Odman Baba bir Bektaşi dedesi
Mezarı Edirne, Hasköy deresi.
Muhiddin Abdal, Odman Baba’nın mollası
Kalenderi bir şair, ustasını hiç unutmaz
Ustasını anmaktan hiç geri durmaz
“Şahımda rehberim oldu, hemen kıblem nurum oldu
Gani Odman Pirim oldu, onun eteğini tuttum ben, ”
Diyerek ustasını över..Ondan sonra hiç susmaz. 

Er Mustafa Süleyman Paşa’nın oğlu
Hatayi’den aldı ders, kırk yaşında şair oldu
Kendisine Hızır bir elma verdi
Ondan sonra Er Mustafa’ın dili çözüldü
Söyledi bakın ne söyledi,
Söylediyse ne güzel söyledi..
“Ol ilm-i hikmetten haber almayan
Götürdüler seni dara ne minnet
Gülün koncanın kadrin bilmeyen
Ahiri karışır kara ne minnet.
Er Mustafa’m sözün atma yabana
Yatacak yer gerek bu şirin cana
Cehd et meylini ver mah-i tabana
Sen aşık olursan yara ne minnet” 

Ey dinleyenler, ey kariler
Aşık Dai söyledi bu destanı
Anlayan anlar, anlamayan beri gelsin
Kalbindeki sisi, pusu silsin..
Ne diyeyim , şair ne demiş:
Sizin kalbinizde aşk ateşi varsa
Dünya güzellikleri sizi sarmışsa
Yara ne minnet, sevgiliye ne minnet. 

Erdal Ceyhan 

 

 

 

 
Toplam blog
: 2579
: 848
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Mesleğim eğitimcilik… Şimdi artık emekli bir vatandaşım… biraz şairlik, biraz hayalcilik, biraz s..