- Kategori
- Anılar
Ketıl, miksır, bılendır ve ispirtolu gaz ocağı

Ketıl, miksır, bılendır ve ispirtolu gaz ocağı
Ahşap, iki katlı, geniş bahçeli, portakal çiçeği kokulu eski Antalya evlerinden biri. Henüz 9 yaşındayım.
Portakal çiçeklerinin kokusunu bastıracak güzellikte bir koku yayılacak evimize birazdan, çünkü annem pasta çırpıyor. Pastanın içinde de portakal kabuğu rendesi var. Çiçek kokularıyla birleşmesini bekliyorum sabırsızlıkla.
Annem önce malzemeleri hazırlıyor; unu, eleği, yumurtayı, şekeri, yağı hazırlıyor. Tabii sonra da pasta tenceresini ve ocağı. (Çünkü o yıllarda fırın yok henüz. Bir yıl sonra fırınlı ocaklardan 3 tane geliyor şehrimize ve babam hemen birini alıyor anneme.)
Pasta tenceresini yağlıyor annem. Tencerenin üstünde yuvarlak pencereler var, pastanın pişip pişmediğini görebilmek için. Pişerken altı yanmasın diye de özel bir altlığı var, minik bir baca gibi. Bu bacadan giren sıcak hava pastanın içinin güzel pişmesine yarıyor. Annem bu altlığa biraz kül koyuyor, o zaman hiç yanmıyor pastanın altı.
Eleği iki elinde beşik gibi sağa sola sallıyarak unu eliyor annem. (Böyle yapınca un havalanır, pasta daha güzel kabarırmış.) Sonra kalaylı büyük bakır tenceremize yumurtaları kırıyor, üstüne şeker döküp, eline çırpma telini alıp çırpmaya başlıyor. Çırpma telinin tencereye çarparken çıkardığı sesi öyle seviyorum ki. Sapsarı yumurtalar şekerle karışıp, çarpıldıkça beyazlaşıyorlar. Tencerenin içine parmağımı daldırıp tadına bakıyorum, altındiş kâğıtlı çikolatalardan daha güzel geliyor tadı.
Sonra daha önceden kaynattığı mis kokulu sütü, yağı, portakal kabuğu rendesini, unu ekliyor ve yağlanmış pasta tenceresine boşaltıyor. Bu arada ocağı yakıyor elbette, ispirtolu gaz ocağını. Çırpma telinin bakır tencerede çıkardığı sesten, pasta malzemesinin tadından bile daha çok seviyorum ispirtolu ocağın yakılışını seyretmeyi. Sanki mutfaktaki kutsal bir âyin, izler gibi izliyorum annemin ocağı yakışını.
İçinde yeterli ispirto var mı diye ocağı hafifçe sallıyor, dikkâtle pompalıyor, sonra da kibriti en üstteki kısma tutup ocağı yakıyor. ( Bu yakıştaki işlem sırasını tam olarak hatırlayamıyor olabilirim. Sanki arada alev azalınca da pompalardı gibi kalmış aklımda) Ocak yanınca mavinin en güzeli bir alev rengi ve ses çıkıyor ocaktan. Arada kırmızı kıvılcımlar da çıkıyor ama, en iyisinin mavi olduğunu biliyorum.
Annem pasta tenceresini ocağın üstüne özenle yerleştiyor ve ocağa dikkat etmemi tembihliyor. Ocağın öyle narin ayakları var ki zaten, o koca pasta tenceresini nasıl taşıyor, şaşıyorum. O pişme sürecinde sayısız kez gidip tencerenin penceresinden pastanın pişip pişmediğine bakıyorum. Anneme göre kokusundan anlaşılırmış piştiği. Ama daha çırpılırken bile mis gibi kokuyordu ki?
Pastaya, uzun bir süre sonra tencerenin kapağını açıp kürdan batırıyor annem. Sonra da dikkatle kürdana bakıyor, hiç bir şey anlamıyorum bu davranışından. Anneler tuhaf insanlar, pastanın dişi mi var ki?
Evimiz mis gibi pasta kokuyor. Ocağın üstünden alıp ıslak bir bezin üstüne koyuyor annem, tencereyi. Sonra bıçağı pastayla tencere arasında dolaştırıyor, tencereyi ıslak bezin üstüne vurup sağa sola sallıyor ve büyük bir tabağın içine ters çeviriyor. Anneler sihirbaz gibiler. Yumurta, süt, un ve şekerle mucize yaratıyorlar. Tabii bir de çırpma teli ve ispirto ocağıyla.
Evet, eskiden anneler gerçekten sihirbazdılar; ne ketılları, ne miksırları, ne bılendırları, ne de fırınları vardı ama, bütün bunlar varken pasta yapmaya üşenenlere inat ispirtolu gaz ocağıyla mucizeler yaratırlardı. İyi bir pasta 170 derecede pişmez; annemizin, gaz ocağının o büyülü mavi alevini gönlünün istediği ayara getirdiği derecede pişerdi. Eskiden anneler, mucize yaratmaya ayarlanmıştı sanki.
Not; İngilizce kelimeler özellikle okundukları gibi yazılmıştır.