Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '09

 
Kategori
Deneme
 

Kim?... Öğreten mi; öğrenen mi?

Kim?... Öğreten mi; öğrenen mi?
 

Ben, yüreği hep yeniden öğrenen?...


Yaşım gelip geçiyor diye düşündü; hiçbir zaman yaş kavramına takmadığı zihninde birdenbire..."Yaşım, gelip geçiyor" demek, yaşın ve "an"ın kıymetini bilememekti aslında, ona göre...

Ama, son zamanlarda; ya yaşından ya da yasından olacak, gözlerdeki feri görememenin telaşıyla, "yaş"a, "an"a ve yaşanan, yaşlanan anlara daha da duyarlı bakıyordu; ağlamaklı gözleri...

Gözler; onu zaman yolculuğuna çıkardı sisli bir koridorda. İlk, öğretmenlik yıllarını hatırladı, sıcak tebessümünün içinde donarak...

Tayin olduğu ilk öğretim okuluna, adımını henüz yeni atmıştı ki; okulun giriş merdivenlerinde onu bekleyen okul müdürü, eline ders kitabını tutuşturdu ve "öğrencileriniz sizi bekliyor, öğreten-im" diye söyleyiverdi ona, bir çırpıda...

Sınıfa girdi, kendinden emin.O ki; bir alanda uzmanlaşmış, "her şeyi bilen" olmuştu artık. Gençti, heyecanlıydı; ama, genç olduğu kadar mağrurdu. Belki, biraz da kibir bulaştırmıştı, akademik eğitim ona. Neden büyüklenmesindi ki; alanına tam hakimiyetle girmişti sınıfına. Onu dinleyenlerse, hiçbir şey bilmeyendiler. Üstelik, ondan yaşça da başça da küçüktü dinleyenleri.Ve onda küçüklerde olmayan çok şey vardı...

Bir iki ay, dersin hiçbir anında susmadan - ama ders dışındaki hayatla ilgili, hiçbir konuyu konuşmadan- sınıfta saltanatını sürdü. "Küçücük kafalar", "küçücük gözler", "küçücük yürekler"; onun "bilgisine" açtı ne de olsa. Ve o, ancak bilgisini satmalıydı kendinden küçüklere...

Dilinden dökülürken, alanının o bilgiççe sözleri, yüreği de ezilmiyor değildi; hani, zaman zaman... O da, içinin derinliklerinde bir şeylerin eksikliğini, yanlışlığını, yalnızlığını hissediyordu. Hissediyordu ama...

Fakat işte, dinliyordu karşısındakiler onu sonsuz itaatle; ona bağlıydılar; belki, onu onun bildiğinden daha çok seviyorlardı da...Ama neden, ona öğretilen "öğreten kalıbında", insanı huzursuz eden sert, keskin, soğuk parmaklıklar vardı ki...

Vardı bir şeyler: "Öğretmen, gülmez.", "Öğretmen, ağlamaz.", "Öğretmenle öğrenci arasında mesafe olmalı.", "Öğretmen, her şeyi bilir.", Öğretmen, bilgisini satar.", "Öğretmen", "öğretmen", "öğretmen"...Tabii yaa? Hani; "öğrenen" nerdeydi? Kimdi öğrenen? Öğrenen, neyi öğrenmeliydi aslında?..

Evet! Sessiz ve itaatkâr, dinliyordu onu öğrencileri. Evet! O, her şeyi daha fazla biliyordu, ötekilerden. Evet! Bildiğini paylaşmak istiyordu küçük yüreklerle, "engelsiz ve şartsız"...

Fakat; öğreneni bulamıyordu; yalansız yüreği...Yürek, soruyordu işte!.. Öğrenen, kimdi? Öğrenen; neyi, neye rağmen, niçin, ne kadar, nereye kadar, nasıl ve ne zaman öğrenecekti / öğrenmeliydi?..

"Öğreten"; önce, neyi öğrenmeliydi?..

İtaatkâr ve talepkâr geçen ilk iki ayda, her şey güzeldi ama; kendi gözlerindeki enerjnin aynısını, "suskun bakan" gözlerde bulamamak, öğretenin yüreğini sızlatıyordu, gittikçe sıklaşan aralıklarda...

Arada, bir çengel vardı: İşte! Tam da orada! Öğretenle öğrenenin sınırında... Bir çengel vardı; öğrenenle öğreten olmanın sınırını bulamayanda... Bir anda, bu çengel düşüverdi ortalığa...

Her şey iyi gidiyordu; olması gerekence...Olması gerekenin, "ona öğretildiği şekliyle" iyi gidiyordu her şey; "yalnız, öğreten olduğu" ona öğretilmişe göre... Kaçınılmaz an gelmişti artık...Ve, soru işareti yuvarlanıverdi öğretenin ayaklarına; demir parmaklıkların arasından sevimli ama ürkek kayarak...

Öğretenin aklına takılan ve öğretene öğrencisinin kim olduğunu bulduran:

"Öğrenenler", hiç soru sormuyorlardı, yaşları başları ne olursa olsun; doğru muydu bu?..

O, kendinden emin, tahtasına âşık, kitaptaki kelimelerle kendi kendine dans eden, bildiğini ona öğretilen kalıplarla inatla sunan "öğreten"; edasıyla, mekânda cirit atıyordu pervasız..."Soru sormamanın", "soru soramamanın", "soru sordurmamanın", "soru duymamanın" , "sorunun varlığını akla getirememenin" hüznü, hüsranı yüreklere çöküyordu. Yürek biliyordu; akıl eremiyordu...Ve öğreten her geçen an yaşlanıyordu, gençliğinin içinde hapsolarak...

Bir an!.. Bir an geldi...Ki; mekânın, gözlerin, dillerin, yüreklerin beklediği; işte, "o an"dı...

Bir soru düştü; öğreneni korkutan, öğreteni yürek zindanlarında sıkıştıran mekanın tam orta yerine, aydınlık!...

Soru düştü!.. Bir küçük yüreğin cesur dilinden; ışıltılar içindeki soran gözlerinden; işte o zaman, öğretenin göğsüne aydınlık sızdı, kafesin arasından...

Aydınlık doldu; parmaklıkları aşıp, mekâna cömertçe:

"Öğretmenim!.."Kent" ne demek?.."

Soru düştü; ortalığa...Öğretenin kulakları uğuldadı birden...Aylardır, ilk defa öğrenciler ses veriyordu ona...Ama, ne müthiş sesti o... Ama, ne acı sesti o? Ama, öğreteni ne kadar harap eden, nasıl da yerle bir eden edaydı o?

"Kent, ne demek?"

Yerin dibine girdi, öğreten...Hayır, öğreten de kimdi? O mu? O muydu, öğreten? Yoksa; ona "öğrenmeyi", "sevgiyi", "iletişimi" hatırlatan bu küçücük yürek miydi, asıl ÖĞRETEN?

Pekiyi, öğrenen kimdi? "Soru"yu akıllara hatırlatan; soruyu "an"a soran, cesur ve sevgi dolu gözlerin sahibi çocuk muydu? O cesur soruyla karşılaşınca; "öğretenliğin" yolunu öğrenen, henüz gençken öğretilerle yaşlandırılmış; "anın sorusuyla" taptaze öğrenen miydi?

Soru düştü; öğretenin başına sınıf düştü, mekân düştü, kent düştü...

Soru düştü; öğretenin yüreğine ateş düştü, can düştü... Soru düştü; genç öğrenenin diline heyecan düştü...

Aylardır, akademik sözcüklerle kendi kendine volta atmıştı sınıf mekanında, kendini öğreten sanan...Oysa daha o; insanı, soruyu, küçüğü, yüreği, bilgiyi, pay etmeyi, gelişmeyi öğrenmemişti, "şu an" a kadar bilgiçlik taslarken...

Soru düştü; mekana aydınlık, sıcaklık, sevgi, anlayış, empati, ihtiyaç düştü...

Soru düştü; öğretenin yoluna "öğrenenlerinin" sayesinde, "öğrenmeyi öğrenmenin" aydınlık yolu düştü...

Nasıl anlardı küçük yürekler; ablatif, datif, lokatif eklerinden?.. Dünyanın, mekanın, insanın; "bulunma", "yönelme", "belirtme" halleri varken... O günden sonra öğrendi öğreten: "Öğreten yok!.." Nere-de bulunduğunu öğrenen var...Ne-y-i öğreneceğini arzulayan var...Susadığı gerçeğ-e yönelen var...

Ortaya yuvarlanan çengelin oluşturduğu patlama anından sonraki, o ilk büyük sarsıntıyı atlattı öğreten; "yönünü" buluverince...

"Bir daha, asla, öğreten olmayacağım!.."dedi...

"Yaş ve baş kavramını", sevgiyi, bilgiyi, paylaşımı ve "an"ı yaşamayı; her doğan günde sil baştan, "öğrenenim ben"..."

İşte, o gün bugündür kentlerde bir öğrenen dolaşır; her andan yeni bir şey öğrenmek için..."Kimsin?" diye sorsalar ona, hep ilk anın tazeliğinde cevabı tektir:

"Ben, öğrenmeyi öğrenirken, hayatı ve yüreği hep yeniden öğrenen..."

Hayat yolunda önüne yuvarlanan her soruyu, yürek koyarak cevaplarken "O"; öğrendiği her anda yaşlar süzüldü gözünden, içinde bir damla yas olmadan... Bir ömür baş verdi öğrenmenin yoluna, öğrenene kibirli baş olmadan...

Yaşı başı olmayan öğrenen, bir çengel taktı yüreğine, sonsuz:

"Öğreten kim ki; öğrenen olmadan?"

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..