Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Ekim '07

 
Kategori
Psikoloji
 

Kırk yaş deklarasyonu

Kırk yaş deklarasyonu
 

Birkaç gün sonra, kırk yaşına gireceğim; kırkının da kulpu kırık, kırk yaşanan yılın ardından. Nasıl hissetmeliyim bilemiyorum ama olduğum gibi göründüğümü, göründüğüm gibi de olduğumu düşünüyorum. İsterseniz, sel gibi akıp giden yılların ardından, kumların arasından seçebildiklerimi aktarayım sizlere. Böylece; siz karar verin ne olduğuma.

Maddeden manaya doğru olan bu yolculukta, öncelikle dünyalıklarımı anlatayım arzu ederseniz. Bankada param yok; hiçte olmadı zaten. Borçları birkaç ay önce biten bir apartman dairesine sahibim, birde arabam var. Bankaya ve eşe dosta bir miktar borcum var, borcun biraz üstünde de alacağım. Başkacada bir maddiyatım yok şu dünyada. Daha ne olsun diyenlere, Allah fazlasını size versin derim. Aileden bir şey yok mu, diye soranları aydınlatayım bekletmeden; evet, babamdan bana kalan bir muhtar ana, kardeşler ve yeğenlerden örülü kalabalık bir aile ve onların sıralanmış sorunları, hepsi bu. Sağ olsunlar, yine de hepsini ayrı ayrı seviyorum; babamın mirasıdır, kabul ediyorum.

On dört yıldır evliyim ve kendisini ne kadar sevdiğimin farkında olmayan bir eşim var. Belki de farkında, kim bilir; birilerinden, uzun süre elinde tutma taktikleri aldı herhalde. On iki yaşında, sürekli ağzımdaki yeme bakan bir oğlum var. Kızmıyorum, izlediğim belgesellerdeki bütün yavrular, öyle yapıyorlar; doğanın kanunu bu demek ki. Olsun, her ikisini de çok seviyorum, iyi ki varlar; varlığım, varlıklarına kırmızı halı olsun.

Pek arkadaşım kalmadı çevremde. Oysa o kadar arkadaşım vardı ki. Atatürkçü ve dürüst kişiliğimden ödün vermediğim bu uzun süreçte, kimini kahvehaneye, kimini tarikatlara, kimini hanım köye ve kimini ise menfaat tanrısına kaptırdım. Belleğim yanıltmıyorsa; sevgili Atilla İlhan’ın bir şarkıya da konu olmuş şöyle sözleri vardı; “Önce dişlerimiz döküldü sonra saçlarımız / Ardından birer birer arkadaşlarımız / Şu canım dünyanın orta yerinde / Bir başına yapayalnız / Kırılmış kolumuz kanadımız / Tatlı canımızdan usanmışız…”. Başkaca ne denilebilir ki?

Yalanı, beyaz olmadıkça sevemedim, dedikodudan uzak durdum, hakkım olmayana hiç uzanmadım(çocukken Çekiç Mehmet Amca’nın izinsiz kopardığım dutları hariç), eşim hariç kimseyi kıskanmadım, başkasına verip, bana vermediklerinden dolayı, Yaratanı sorgulamadım hiç. Kızgınlıklarım çabuk geçti, kin tutmadım, nefsi müdafaa dışında kimseye kötülük yapmadım(Atatürk’e eşcinsel diyen o ahlaksızın, duvara resmini çıkarmamı saymıyorum, bugünde olsa yine aynısını yaparım). İş hayatındaki anlamsız çekişmeler gereği, birkaç saçma davranışım oldu ancak; küskün olduğum hiçbir iş arkadaşım olduğunu zannetmiyorum(onu saymıyorum). Çalışırken felsefem, hep aldığımdan fazlasını vermek oldu. İşverenlerimin hepsi, eminim ki arkamdan kötü konuşmayacaklardır; konuşacakların yanında ise fazla durmadım zaten.

Ara sıra, beni tanıyanlara soruyorum; beni nasıl bilirsiniz, diye. Aldığım ortalama yanıt aynı; “İyi insansın, şu gelip geçici sinirin olmasa.” . Üzülmeyin dostlar, bende sinir minir kalmadı. Son geçirdiğim cerrahi operasyonlarda doktorlar, “müessesenin ikramı” olarak sinirlerimi de aldılar. Ama yine de ortalama her Türk erkeği gibi, ağzımdan zaman zaman küfürlü sözler çıkıyor. Affedin ne olur, “Söyleyene değil, söyletene bak.”ın birazda!

Evet, dostlar, yaşanan kırk yılın ardından elimde avucumda kalanlar bunlar. Her şeyim ortada, ne saklayacak bir ayıbım, ne de dünyanın benim için yaratıldığını zannettirecek param var. Çok fakir değilim, zengin olmayı da istemiyorum zaten. Sözü fazla uzatmakta yarar da görmüyorum. E, ne demişler; “Çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz.”.

Dünyayla düz, nice kırk yıllara, hep birlikte inşallah! Gidersek de; geldiğimiz gibi temiz ama güle güle…

Sevgiyle kalın.

 
Toplam blog
: 36
: 1120
Kayıt tarihi
: 21.09.07
 
 

İstanbul'da 1967 yılında doğdum. Askerlik harici bütün yıllarım bu şehirde geçti. İşletme mezunuyum,..