Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '08

 
Kategori
Sinema
 

Küreselleşme karşıtı, son yılların en büyük isyanının güzel anlatımı

Küreselleşme karşıtı, son yılların en büyük isyanının güzel anlatımı
 

Bol miktarda sinematografik klişe içeren yapımlardan ve orta malına dönmüş beyaz perde konularından sıkıldıysanız ve sağlam politik mesajlar içeren bir film peşindeyseniz The Battle in Seattle, Türkçe ismiyle “İsyan” ı, televizyonda yayınlandığında yakalayıp ya da bir yerlerden DVD’sini bulup izlemenizi öneririm.

2007 çıkışlı ABD-Kanada-Almanya ortak yapımı bağımsız film 1999 yılının sonlarında ABD’nin Seattle kentinde Dünya Ticaret Örgütü toplantısına karşı protesto amacıyla başlayıp çığı gibi büyüyen, dizginlenemeyip “başa bela” kesilen büyük küreselleşme karşıtı eylemleri anlatıyor.

Böylece, 1999’da Seattle’da, Dünya Ticaret Örgütü’nün küreselleşme adı altında insana değil paraya, dev şirketlere ve çıkar gruplarına öncelik veren bir sistemin düzenleyici mekanizması işlevi gördüğünü düşünen ve yeni oturumunda yine insanlık, çevre, gelişmiş-gelişmekte olan ülke, çalışan, yoksul karşıtı bir dizi program geliştirecek bu “küresel soygun ve sömürü” örgütünün çalışmalarına mani olmak isteyen dev kalabalık bu filmin baş rol oyuncusu oluyor.

Film gözü kara iki eylemcinin yaşamlarını tehlikeye atarak herkesin görebileceği yükseklikteki tellere:

Demokrasi -à

Dünya Ticaret Örgütü ß-

işaretli bir pankart yerleştirmeleriyle başlıyor.

Sonra bu eylemin nasıl örgütlendiğine ve adım adım nasıl ilerlediğine tanık oluyorsunuz. Çelik, maden işçilerinin ve sendikalarının, otomobil tamircilerinin, aşçıların, öğrencilerin, öğretmenlerin, meslek örgütlerinin, deniz kaplumbağaları için hayatını verecek kadar tutkulu çevrecilerin kısa zamanda birlik olan, sokaklara yayılan, polis tarafından zapturapt altına bir türlü alınamayan direnişine…

Üstelik bu tanıklık yalnız isyancıların değil, polis teşkilatının, valinin, yani Amerikan devletinin gözünden de sağlanıyor ki bu da filme ayrı bir gerçeklik ve tutarlılık katıyor.

İsyancıların kollarını betonla birbirlerinde birleştirip WTO üyelerinin açılış seromonisinin yapılacağı sinemaya girmesini engellediği sahneleri gördüğünüzde işin, emperyalizmin merkezinde oturan ülkede haylazlık peşindeki bir avuç yeni yetme beyazın serüveni denerek açıklanamayacağını çok net anlıyorsunuz. Zaten siyah, beyaz, Afrikalı, Asyalı, öğretmen, öğrenci, işçi, az ezen, ezen, çok ezilen, karmakarışık ve bu ölçüde dev bir eylem bu.

Film, eylemlerin barış amaçlı başlamasına rağmen bir parça raydan çıkıp şiddet unsurları barındırır bir hale geldiğini, ama asıl isyancıların asla iyi niyetli amaçlardan ödün vermediğini ve gerçekten “iyi” insanlar olduklarını çok açık hissettiriyor seyirciye. Hatta valinin ve polis teşkilatının, hatta polislerin bir kısmının tutumlarını aktarış şekliyle bu insanların da “kötü” olmadığını, sistem tarafından kötü rolüne hiç istemedikleri halde zaman zaman mahkum edildiklerini söylüyor. Vali eylemcilere şiddetle karşılık verilmesini uzun süre önlemeye çalışıyor mesela. Olağanüstü hal kararı veriliyor gerçi; sert tepkiler verilmeye başlanıyor, gazlar, tazyikli sular ortaya çıkıyor ama bunlar da “yüksek yer”den gelen emirle, çok zor oluyor.

İsyan sadece sokakla sınırlı kalmıyor dahası. Afrika ülkelerinin organizasyon delegeleri de isyancıların sesine kulak verip, “Yeter” diyorlar, “Yeter artık bizi sömürdüğünüz, umursamadığınız!”

Tüm bunların sonunda sevinçle, Afrikalı hastalara uygun fiyatlarla ilaç satmayıp onları ölüme terk edişin savunusunu yapan, gelişmemiş ülkeleri gelişmişlere, işçiyi iş verene köle yapan, emekçi hakkı kısmak için sürekli çabalayan, genetiği değiştirilmiş gıdaları dünyaya yayan, balinalarla, kaplumbağaların hayatına göz koyan ve bunun için çok büyük destek alan bir örgütün gövde gösterisinin başarısızlıkla sonuçlandığını, geç başlaması, delegelerin, bakanların otellerde mahsur kalması, Afrikalıların da çıkışıyla skandala dönüştüğünü görüyoruz.

Ancak film biterken, isyanın kısa zamanda nasıl onlarca ülkeye yayıldığını da göstermesine rağmen, bir zafer teması veya bütünlükçü bir mesaj verilmek yerine, onlara karşı hala kaybediyor olduğumuz ve mücadelenin devam etmesi gerektiğinin haklı vurgusu yapılıyor.

Filmin politik tavrıyla paralel hikayeleri de var tabii. Hamile bir kadının (Charlize Theron) hiç ilgisi olmadığı halde eylemlerin ortasına düşüşünden ve polislerden yediği tekme sonucu bebeğini kaybedişinden bahsediliyor. Üstelik bu kadının kocası da eylemcilere karşı çarpışan başarılı bir polis. Bu polisin hapse düşen eylemcilerden birinin yanına gidip ondan yaptıkları için özür dilmesi ve aralarında geçen diyalog filmin önemli noktalarından biri.

Bu arada film boyunca ve filmle ilgili gözüme çarpan birkaç ayrıntı da oldu.

Birincisi, filmde Charlize Theron, Connie Nielsen gibi ünlü Hollywood yıldızlarının yer almış olması. Charlize Theron filmde olağan ücretinin epey altında bir miktara oynamış. Bunu, Güney Afrika’lı oyuncunun Hollywood dışı duyarlılıklara karşı bir resti olarak okuyabiliriz.

İkincisi, kimi sahnelerde yer yer belirten bir pankart. Pankartta çizilmiş kalpaklı resim büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk’ü anımsatıyor ki bu pankart filmin bir yerinde tutuklular için mücadele eden avukatın yanında alenen baş rol oyuncusuna dönüşüyor.

Üçüncüsü, filmin sonlarında Afrikalı delegasyon üyesi “Bizi sömürüyorsunuz!” diye bağırırken bu sözlere yüz buruşturup masalara yumruk atarak en büyük tepkiyi verenlerin ABD ve Almanya üyeleri olması. Bu da sanırım filmin yapımcı iki ülkesinin çuvaldızı önce kendilerine batırması olarak açıklanabilir.

Size bu tür: “isyan” konulu bir başka filmden aklıma takılan bir söz verip bitireyim:

“Biliyor musun, o adamın komşum olduğunu sokaklarda yan yana dövüşürken öğrendim.”

 
Toplam blog
: 108
: 2011
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

İsmim Burak Çapraz. Buraya başladığımda 21'dim, öğrenciydim. Bir okul bitti ama hala öğrenciyim. İl..