- Kategori
- Gezi - Tatil
Londra'yı çok özledim

Bir Şehre Gidememek... Mario Levi'nin kitabını yeni aldım. Kitabın ismiydi ilk beni çarpan, çünkü bende bir şehre gidemeyenlerdendim. Ama kitap bir haftadır başucumda durmasına rağmen, o bana bakıyor ben ona. Ne zaman elime alsam gözlerim doluyor. Vazgeçiyorum okumaktan. Hayallerimin şehri 3,5 saat uzağımda ve ben ona gidemiyorum. Ayağımda kendi taktığım prangalar, her gün bir kat daha duvar örüyorum onunla arama.
On sekiz yaş hayallerimi tam on yıl sonra gerçekleştirmiş ve bir anda kendimi onsekiz yaşımda bulmuştum. Aynı heyecan, heves ve bitmek tükenmeyen enerji. Her şey kendinden beklenmeyecek bir çabuklukla olup bitti. Artık Londra'daydım. Londra beni asık bir yüzle, soğuk bir havada, sert bir şekilde karşıladı. Anladım birbirimize alışmamız zaman alacaktı. Ama alıştık zamanla ben onun dilinden anlamaya başladım. O da bana gülen yüzünü gösterdi. İlk önce güneşli bir sabahta uyandırdı beni, sonra çiçekler verdi bana, sincaplar dolaştı ayağımın altında. Biliyordum ki artık o da beni seviyordu. Zor olmuştu ama birlikte uzun yıllar yaşamaya karar vermiştik.
Kader rahat durmadı ama bu arada, her şeyin bu kadar güzel gitmesi onu rahatsız etmişti. Bir Paskalya tatili acı bir telefon sesiyle uyandım sabaha ve hayallerimin prensi Londra'dan apar topar ona haber bile veremeden, kaçar gibi, ayrıldım. Onu rahatsız etmek istememiştim, kendi dertlerimle sıkmak, nasıl olsa geri dönünce anlatırdım ona her şeyi bir bir dijital sözlüğümün yardımıyla.
Artık İstanbul'daydım ama aklım, kalbim Londra'da kalmıştı. Geri döneceğimden emin olduğum için tüm eşyalarımı orada bırakmıştım. Ama dönemedim. Nedenini bende tam anlayamadım ama dönemedim. Bir anda baktım ki ayırmışlar bizi onunla, duygusal baskılarla. O da küstü zaten bana maillerime cevap vermedi, telefonlarıma çıkmadı. Üzüldü mü o da benim gibi her gece ağladı mı yoksa yokluğuma çabuk mu alıştı bilemiyorum. Ama nerede Londra dense benim içim cız ediyor. Nerede onun resmini görsem gözlerim doluyor. Eski bir sevgiliyi düşler gibi başlıyorum onu hayal etmeye.
Uyku ile uyanıklık arası bir durumda yaşıyorum Londralı bir günü:
Keşke diyorum bu sabah da Southfields'deki dokuz kişilik çok uluslu evimde uyanabilsem, hemen pencereyi açıp yağmur yağıyor mu diye kontrol etsem, koşarak alt kata inip tost ve sütlü çaydan oluşan her sabahki kahvaltımı yapıp, hazırlanarak metroya doğru sincapların arasından yürüsem. Pembe begonvillere benzer çiçekler içimde koşma isteği uyandırsa. Klostrofobimi yenmemi sağlayan metro da herkes gibi mp3 çalar dinlesem ve pervasızca birbirimizi incelesek yol boyu. Sonra Picadilly’deki okuluma gelsem. Bugün de çok şey öğrendim diyerek çıksam okuldan ve Oxford Circus'dan geçen bir otobüse atlayıp Cafe Nero kapanmadan bir kahve alsam, yağmur başlasa vitrinlere baka baka elimde kahvem yürüsem. Borders'a girsem, kitaplar dergiler alıp ellerim kollarım dolu otursam en üst kattaki cafesine ve saatlerce okusam. Sonra kafamı kaldırıp havanın iyice kararmaya başladığını fark edip çıksam Tottenham Court Road'a yürüsem ve oradan binsem metroya ve evime gelsem. Koşturarak gece işe gitmek için hazırlansam, durakta Clapham Junctiın otobüsü beklesem hep geç kalıyorum işe telaşıyla. Sonra sabah dörde kadar müzik dans içki hem eğlensem hem çalışsam. Sabah beşte ayaklarım çok ağrıyarak evime dönsem. Ayaklarımın sızlamasından bir süre uyuyamasam ama kendi yaşamına sahip çıkmanın mutluluğuyla gözlerim kapansa...
Tam üç ay oldu ilk aşkım, ilk göz ağrım İstanbul'a geri döneli, üç aydır sürgünde gibiyim. Londra seni çok özledim. "Belki bir gün"le başlayan cümleler zamanındayım ben şimdi. Ama haberlerini alıyorum sen başka sevgililer peşindeymişsin, o kadar mutluymuşsun ki ateşin 34 dereceymiş bu hafta. Kıskanıyorum seni, kızıyorum bazen de, seviyorum da çok...