- Kategori
- Gündelik Yaşam
Merak ve araştırma

Meraklı çocuklar
Bir karınca yavrusu, ana kraliçenin yer altında açtığı ve üzerini kapatıp dış dünyadan tamamen soyutladığı bir dehlizde kozadan çıkar. Daha o anda, nereye geldiğini ve kendisinden ne beklendiğini biliyor gibidir. İlk iş olarak, dehlizi genişletmeye koyulur. Çünkü yeni doğacak kardeşlerine kozadan çıktığı yer dar gelecektir. Bu işi yaparken, henüz tanımadığı vücuduna takılmış iki çift çenesini, üç çift ayağını ve antenlerini bir sanatçı yeteneği ile kullanır. Kendisine, o dehlizden başka bir dünyanın da var olduğunu anlatacak kimse yoktur. Aslında anlatması da gerekmez. O, kendiliğinden dehlizin tavanında bir delik açar ve dışarı çıkar. Yiyecek toplar, doğduğu yere getirir. Yavru karınca, daha hayatının ilk anlarında, kendisinden sonra doğacak kardeşlerinin bakımını annesinden devralmaya hazırdır.
İnsan ise bir karıncadan çok daha cahil, bilgisiz ve yeteneksiz olarak dünyaya gözünü açar. Ağlamaktan ve emmekten başka hiçbir şeyden haberi yoktur. Vücut organlarını kullanmayı öğrenmesi aylar alacak, kendi başının çaresine bakacak hale gelmesi için ise yıllar sürecektir.
Aradaki fark; Karınca öğrenmiş olarak, insan öğrenmek üzere dünyaya gelmiş ya da gönderilmiştir.
İnsanın araştırmak ve öğrenmek üzere kodlandığının, yaratıldığının gösteren en büyük kanıt, hayatının ilk yıllarıdır. Bir bebeğe dikkat edildiğinde; uyku dışındaki hiçbir zamanını boşa geçirdiğine tanık olmazsınız. Elini, ayağını, ağzını, bütün yeteneklerini ve en önemlisi zekâsını kullanarak, sürekli olarak kendisini ve çevresini araştırmakta, tanımaya çalışmakta, bir takım bilgiler edinmekte ve bu bilgileri, daha geliştirmek, daha ileri düzeyde bilgiler elde etmek için basamak yapmaktadır.
Bebeğin tüm çabaları mükemmel araştırma faaliyeti olarak tanımlanabilir.
Hayatın ilk yılları araştırmacılığın altın çağıdır. Bu dönemde çocuğun zihninde “zor” veya “olanaksız” şeklinde bir kavram yok gibidir. Yetişkin insanlar için ise yabancı bir dil öğrenmek veya bir bilim dalında uzmanlaşmak son derece güç bir iş iken, en az o kadar zor ve sabır isteyen yürümek ve konuşmak gibi son derece ağır işlerin altından her çocuk başarı ile kalkmaktadır.
Fakat bu altın çağ, özellikle bizim toplumda, çocukluk dönemlerinin ötesine nadiren uzanır. Çocuk, bir süre sonra, her şeyi kurcalamanın, büyükleri soru yağmuruna tutmanın iyi bir şey olmadığını öğrenmeye başlayacaktır. Bu durum, şimdiye kadar onu içinde yaşadığı dünyanın sırlarını keşfetmeye iten merak duygusunu belki yok edemeyecek fakat başka mecralara yöneltecektir. Yeni bir şeyler öğrenmek, önüne yeni açan ufuklar bilgiler edinmek, hayatın en heyecan verici faaliyeti olmaktan yavaş yavaş çıkacaktır.
Düşünme ve Araştırma eğilimden uzak zamanlar bize daha rahat gelmeye başlar. Araştırmaktan, yeni bilgiler edinmekten ve bu bilgilerle bir takım sonuçlara varmaktan kaçınmakla, düşünmekten de kendimizi korumuş oluyoruz. Ekonomik zorluklar, geçim sıkıntısı, günlük meşgaleler, sosyal ilişkiler, modernizmin ihtiyaç haline getirdiği davranışlar, insanın yeteneklerini ve zamanını büyük ölçüde kendilerine bağlamış durumdadır. Toplum olarak ta okumak konusunda övünülecek bir durumumuz yok. Kitaplar küçüldü, puntolar irileşti, gazetelerde dünyanın en karmaşık olayları birkaç satırda özetleniyor. Yazının yerini sosyal medyadaki belli karakterdeki sloganist, hap bilgiler ele geçirdi. TV ise günlük hayatımızın büyük bir bölümünü işgal ediyor. Sosyal ve kültürel faaliyete ne zaman ne de bütçe ayırıyoruz. Ama bütün bunların, düşünmeyi ve sorgulamayı bir alışkanlık halinden çıkarılmasındaki toplam etkisinin okullarımızdan geldiğini söyleyebiliriz. Çoğumuz, soru sormanın yasaklandığı ilk yer olarak okulları hatırlarız. Çünkü eğitim yapımız bir öğrencinin zihnindeki soruları yanıtlayacak bir düzeye kavuşamamıştır. Zaten bunun için planlama yapıldığı da söylenemez. Amaç, araştıran, yeni bilgiler peşinde koşan ve bilgiyi sorgulayan kuşaklar yetiştirmek değil, belirli telkinleri aynen benimseyen, Endoktrinasyonel (kelime anlamı olarak, birisine veya bir topluluğa görüş, düşünce aşılama ya da fikir telkin etmedir.) eğitim ile tek tip insanlar ortaya çıkarmaktır. Bu tür eğitim sisteminin bir ürünü olanlar bir emirle her şeyi yapabilecek düzeydedir. Eğitim sistemimizin suç saydığı bir şey varsa o da soru sormak, telkin edilen bilginin doğruluğunu araştırmak, başka alternatiflerinde var olabileceğini düşünmektir. Soru sorma cesaretini kırmakla kendimizi nelerden mahrum bıraktığımızı keşke anlatabilseydik!
Dünyaya bakıp, tarihe göz gezdirirsek; insanı insan yapan, çağdaş dünyayı bugün ulaştığı yere çıkaran, maddi ve manevi gelişme adına ne varsa, tümü soruların eseridir. Einstein’ın izafiyet teorisi ile ilgili çalışmalar, daha çocukluk çağında iken zihnini kurcalayan iki soruyla başlamıştı;
“İki olayın bir anda meydan gelmesi ne demektir?”, “İnsan bir ışık demetinin üzerine binerek seyahat edecek olsa ne görürdü?”
Bu iki “çocukça” sorunun getirdiği yanıtlar, bugünkü bilim dünyasını şekillendirdi. Gariptir, aynı Einstein, üç yaşına kadar konuşamamış ve bu nedenle zekâsından şüphe edilmişti. Bir psikiyatrist, onun yüz yıl önce doğmasına bir şans olarak sayıyor ve şunu ekliyordu; “Eğer bizim elimize düşseydi, hemen özel eğitime tabi tutar ve onu sıradan bir insan haline getirirdik.”
Merakımızı bir anlam taşıyan hedeflere yöneltmeli, soruları ardı sıra sormalıyız. Merakı başkasının işine burnumuzu sokmak gibi yanlış yerlerde kullanmazsak, gereksiz anlamsı yerlerde harcamazsak, başımıza bir iş açmadan yeni ufuklara yelken açarız. Bizi, sosyal medyanın ya da TV’nun başında saatlerce pineklemekten de kurtarabilir. Merakın asıl gerekli olduğu yer bilimdir. O yüzden, “Merak, Bilimin hocasıdır.”
Nizamettin Biber