Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '22

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Mis Gibi Nice

Sizlere ömür, 3 Eylül 2022 Cumartesi günü, saat 13.15’de ben öldüm! Kabataslak hesapla bu gün itibari ile iki haftalık taze ölüydüm, 7 mevlidim geçmiş, 40’ıma da daha vakit vardı. Okumuş muydunuz bilmem, Milliyet Blog’da Ağustos’ta yayınlanan son yazımın başlığı “Atalara lokma mı döktürsek?” ti, az kaldı birileri bana lokma döktürecekti. Ölümün tarifi kalbin durması ise, evet 3 Eylül’de öldüm. Peki, bu satırları Kiramen Kâtipleri’ne özenip size öte dünyadan mı yazıyorum? Değil tabii ki, duran kalbim yeniden çalıştırıldı, yeniden dirildim. Ölürken hayatım film şeridi gibi önümden filân geçmedi. Kapalı gözkapaklarımın altında değişen ışıkların altında vücudum hızla bir yerlere yetiştiriliyordu ki bu galiba, ev, ambulans hastane arası neredeyse ışık hızıyla yapılan sedye yolculuğuna dair anlara dair zihnimde kalan kırıntılardı. Kendimde değilken onlarca kişinin adımı seslenerek beni uyandırmaya çalıştığını hatırlıyorum. “Nalân Hanım, Nalân Hanım” diye sesleniyorlardı ben hiç üstüme alınmıyordum varlık dünyasından yokluk dünyasına geçerken duyulan seslerin pek hükmü olmuyor. Sadece bir ses, beni çağıran o seslerin hepsinden daha tanıdıktı bana “Nalân, uyan kızım” diyordu. 5 yıl önce aramızdan ayrılan babamın sesini duyduğuma yemin etmek isterim ama kendimde değilken bana adımla seslenen bir doktorun sesini de babamın sesine benzetmiş olabilirim. Yaşadığım en metafiziğe yakın deneyim buydu; “Nalân uyan kızım!” ve ben bu dünyaya o gün yeniden uyandım… Kalbim doktorların hızlı müdahaleleri sayesinde yeniden atmaya başladı. Neden ölüm deneyimi yaşadım ve nasıl yeniden döndüm onun detaylarını sonra anlatacağım.
 
Asırlar önce de duran kalbi çalıştırmak için birbirinden ilginç yöntemler deneniyor, bırakın ağız tadıyla ölelim dedirtecek cinsten yöntemler kullanılıyormuş. Milattan sonra 500-1500 arası kırbaçlama, vücuduısıtma, varil üzerinde yuvarlama, at üzerinde zıplatma gibi değişik tedaviler denenmiş. 700’lü yıllarda kalbin tekrar çalıştırılması için ölen insanın rektumundan tütün dumanı üfleniyormuş. Bakmışlar pek sonuç alınamıyor kurbanın göğüs boşluğuna hava girmesini sağlamak için büyük bir bira fıçısının üzerine yatırılıp fıçıyı ileri geri hareket ettirmeyi denemişler. Bu sayede göğsün sıkışarak içine hava gireceği ve sonra da bu havanın geri çıkacağı düşünülmüş. Ana amaç göğüs içine hava girmesini sağlamakmış ve zaten bu teknik modern anlamda kalbi canlandırma tekniklerine de öncülük etmiş. Kalbi duran hastayı canlandırmak için akla hayale gelmeyecek metotlar asırlarca denenmiş. 1892’lerin sonunda, dil çekme, rektum germe, vücudu ovuşturma, bir tüy ile boğazı gıdıklama, amonyum gibi güçlü tuzları kurbanın burnunun dibinde sallama gibi yöntemler kullanılmış. İlk göğüs kompresyonu ve göğüs masajı 1904 yılında Dr. Crile tarafından hayvanlarda kapalı göğüs masajı şeklinde denenmiş. Ağızdan ağıza suni teneffüs ise ilk defa II. Dünya Savaşında uygulanmış. Bildiğimiz anlamda kalp canlandırma tekniği ilk defa 1911 yılında Amerika’da yayınlanan izci el kitabında “Boy Scouts Handbook”(1. Baskı, A.B.D.)  detaylı tanımlanmış. (Bu konunun tarihçesi ile ilgili daha fazla okumak isterseniz sizi Prof. Dr. Ahmet Akgül’ün sayfasına yönlendireyim; ( https://www.ahmetakgul.com.tr/index.php/uzmanliklar/kalp-hastaliklari/308-kalp-durmasi-ve-kalp-masaji)Tıp iyi ki hızla ilerliyor.
 
Girizgâhı uzun tuttuğuma bakmayın, zaten bugün ki yazımın konusu ölüm değil, hayat ve yaşama sevinci, savaştan sonra kazanılan galibiyet, ağladıktan sonra gülebilmek, yaşayıp öldükten sonra şanslıysan bir daha dirilebilmek ve hayat seninle dalga geçerken senin de ona gözünü kırpıp, “tamam esprini anladım” diyebilmek…
 
Bu gün konumuz  “Üç Kadın ve Bir Şehir”. Kadınlardan ilki mitolojik bir “Tanrıça”, diğeri gerçekten yaşayıp yaşamadığından emin olmadığımız ama adına her yıl 25 Kasım’da Güney Fransa’da anma günü düzenlenen bir “Azize”, diğeri de bendeniz… Şimdi gelelim üçümüzün nasıl aynı yazıda buluştuğuna? Benim bir Tanrıça ve bir azize ile ne işim var? Sabredin hepsini anlatacağım… Önce en iyi bildiğim şeyi, kendimi ve ölümle yüzleştikten sonra da bu kadınlarla tanışmama vesile olan küçük hikâyemle işe başlayacağım ama fark ettim ki şu ana kadar sizin hatırınızı sormadım hep kendimden bahsettim. Sahi siz nasılsınız, sağlık ve afiyettesinizdir inşallah? Biliyor musunuz, Arapça “fw” kökünden gelen “Afiyyat” hasta olmama, canlı olma, sağlıklı olma anlamına geliyor. Bağırsaklarım en az benim kadar hassas olduğu için bana yemekten sonra pek “afiyet” olamıyordu uzunca zamandır. Gluten ve Laktoz alerjilerim var. Karın ağrılarım iyice artmaya başlayıp yediklerimi hiç hazmedemeyince yeniden doktora gittim, bir dolu tahlil ultrason yapıldı ve teşhis konuldu “Çölyak”, yiyeceklerdeki besinin emilmesini engelleyen ve ince bağırsakta hasarlar oluşturan bir sindirim sistemi sorunu. Buraya kadar her şey olağan; alerjilerime göre besleneceğim, beslenme biçimini hayatımın kalanına uygulayacağım hepsi bu… Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor! Bana çölyak teşhisi koyan doktor 15 gün kullanmak üzere, içinde domuzdan elde edilen pankreatit enzimi olan bir ilaç veriyor. İlacın detaylarını o zaman bilmiyordum, bende oluşabilecek yan etkilerini de sanırım doktor... Tedavi amaçlı yapılan bir iğne veya alınan bir ilaç, eğer alerjiniz varsa çok tehlikeli hale gelebiliyor. Eve gelip doktorun verdiği yeni ilacımı aldıktan tam bir dakika içinde elim yüzüm şişmeye karıncalanmaya ve nefes alamamaya başladım. Bayıldım, ilaç alerjisine bağlı anaflaktik şok geçirmişim. Allahtan evde yalnız değildim. Tıp fakültesinde okuyan biricik oğlum Cankutay o anda evdeydi. Can nefes yollarımı açık tutmuş, ambulans hemen gelmiş, çok hızlı hastaneye yetiştirilmiş, acil müdahale ile hayata dönmüşüm. Hastanede doktorların “kardiyak arrest” dedikleri kalbimin durması ve nabzımın alınamaması gibi vukuatlarım olmuşsa da ben de doktorlar da pes etmemişiz. Galiba yaşanacak zamanım varmış. Epinefrin, adrenalin verilmiş, oksijen bağlanmış, yaşam desteği sağlanmış vs vs… Öldürmeyen Allah öldürmüyor anlayacağınız. Kendime geldiğimde önce nerede olduğumu ve bana ne olduğunu anlamadım. Sonra da telefon numaram, vatandaşlık numaram gibi küçük bazı şeyleri hatırlayamadım. Beyne çok kısa sürede olsa oksijen gitmeyince bunların yaşanması normalmiş. Küçük hafıza kayıpları yaşadımsa da onu da çok ucuz atlatmışım. Beyne oksijenin gitmediği iki dakika içinde beyin hücreleri geri dönüşü olmayan hasarlar yaşamaya başlar, 3 dakikadan sonra beyin hücreleri kalıcı hasar görüp ölmeye başlar, 5 dakikadan sonra ise beyin hücreleri kitleler halinde ölür ve artık bitkisel hayata girilir biliyorsunuz. Beyin ölümü kalp ölümünden daha ciddi anlayacağınız. Kırmızı alandaki ilk tedavi sürem bittikten, makine olmadan da nefes alabildiği doktorlara ispat ettikten sonra hastaneden kendi isteğimle çıktığıma dair bir kâğıt imzalayarak eve çıktım, ilaçlarımla evdeki tedavim başladı. İşin o kısmı benim için o kadar kolay olmadı. Mutlaka kullanmam gereken ilaçları alırken bile aynı şeyleri yeniden yaşayacağım diye korkuyordum, evde yalnız kalamıyor, banyoya giremiyor, banyo kapısını, hatta evin dış kapısını açık bırakıyordum acil bir durumda hemen yardıma gelebilsinler diye. Üç gün dışarıya çıkamadım hatta neredeyse agorafobi başlıyordu. Ya yolda ve yalnızken başıma bir şey gelirse, ya evdeyken ve yalnızken aynı şey olursa ya yine kalbim durursa… Hayata bu kadar sarıldığımı doğrusu ben de bilmiyordum. Üç gün onunda işe yarım gün gidebildim… Yalnız yürüyebildim ama aylar önce Eylül’ ün ikinci haftası için büyük bir hevesle aldığım Nice uçak biletim de yanacaktı. Zaten “bu durumda dünyada tek başıma seyahate çıkamam, o kadar uzak yerlere de gidemem” diye kendimi çoktan ikna etmiştim. Uçak firmasını bileti açığa almak için aradığımda, kullanmazsam ödeyeceğim ceza rakamının gidiş biletime ödediğim rakamdan çok daha fazla olması mı kararımı değiştirmeme etkili oldu yoksa çivi çiviyi söker inancım mı bilmem. Hastalığın tekrarlayacağı travması ve yalnızlık korkusuyla baş edebilmemim tek yolu Nice seyahatine yalnız başıma çıkabilmemdi. Bilin bakalım ne yaptım? Oğluma sıkı sıkı sarılıp vedalaştım, bildiğim tüm duaları ederek doğru havaalanına... Zaten o tarihler için iş yerinden alınmış iznim de vardı. Şimdi tek yapmam gereken hayatta kalmaktı. Buraya kadar okuduğunuz benim duran ve yeniden çalışan kalbimin küçük hikâyesi. Şimdi gelelim Nice’de karşılaştığım diğer iki kadına. Nice adını, Yunan Mitolojisi’ndeki çok hızlı koşma ve uçma yeteneğine sahip Tanrıça Nike’dan alıyormuş. Nike, Atina’da Tanrıça Athena’nın, Roma Mitolojisi’nde Victoria’nın sıfatlarından biri, zamanla kazanılan zaferlerin de kişisel formu olarak ortaya çıkmış. Ünlü spor markasının da neden bu adı aldığını anlamak mümkün. Antik Yunan’da insanlar Tanrıça Nike’a tapınmayı kutsal sayıyorlarmış. Bu tapınmanın nedeni Tanrıça Nike’ın hızı sayesinde ölümden bile kaçabileceğine dair inançları imiş Nice’e gelirken ölümden bile hızlı koşan bir Tanrıçanın şehrine geldiğimi bilmiyordum elbet.
 
Nice güzel, görkemli, zengin ve yaşlı bir şehir… Buradaki yaş ortalaması seksen civarı olduğu için onların Tanrıçanın hızına çok uyduklarını söyleyemeyeceğim ama nüfusun geri kalanının altında son sürat Ferrariler, Bugattilar, Venomlar var. Daha genç kesim içinse Nice tam bir scooter cenneti St. Tropez’den buraya uzanan otobana Fransızlar “güneşli yol” diyorlar. Cote d’azur kıyılarının ise hızına diyecek yok. Çok lüks tekneler, yatlar, hız motorları, öğleden sonra sarhoşa dönen çılgın dalgaları ile deniz de başla bir Nice yaşanıyor, kıyıda başka. Arada bir ikisi buluşuyorlar. Tanrıça Nike, oradan oraya hızla gidenleri görünce ne düşünürdü acaba.
 
Şimdi gelelim Nice’de bahsedeceğim, Fransızların Azize saydıkları üçüncü kadına, adı “Catherine Segurane”.Murat Bardakçı eğlenceli uslubuyla Catherine’dan “eğer bu kadın olmasa bugün Nice’de bizim bayrağımız dalgalanacaktı” diyor. “Barbaros Hayreddin Paşa,1543 ilkbaharında 110 gemilik bir donanmayla İstanbul'dan demir alıp Akdeniz'e açılır. Niyeti, Fransa'nın güneyinde bulunan İspanyol hakimiyetindeki limanları fethetmektir. Yolunun üzerindeki Ostia, Messina ve Reggio gibi İtalyan şehirlerini bombalar, Marsilya'ya uğrar, o devirde Savoi Dukalığı'nın hakimiyeti altındaki Nice'i kuşatır. Şehri birkaç gün içinde ele geçirir ve sıra direnmeye devam eden kalenin alınmasına gelir. Catherine Segurane işte tam o sırada, kalenin düşmesi an meselesiyken ortaya çıkar. Dağılmak üzere olan askerlere cesaret verir ve toparlanmalarını sağlayıp levendlere saldırtır. Bir başka söylentiye göre ise yüksek olmayan burçlardan birinin üzerine tırmanır, karşılarında birdenbire bir kadın gören Barbaros'un levendleri şaşırırlar, Catherine levendlere arkasını döner ve eteklerini kaldırıp çok ayıp bir iş eder. Levendler “Estagfirullah! Neuzibilláh!’’deyip elleriyle gözlerini kapattıkları sırada kaledeki askerler kapıları açıp hücuma geçer ve kuşatmayı püskürtürler. Kaleyi almaktan ümidini kesen “Barbaros”kuşatmayı kaldırır, levendler kalyonlarına döner ve Nice'den ayrılırlar.”[1]
 
Adına yapılan temsili resimlere gravürlere bakınca Catarina Ségurana’nın Fransız ihtilalinin sembolü olan Fransız resminin başyapıtlarından Eugene Delacroix’un “Halka Önderlik Eden Özgürlük” tablosundaki kadına benzediğini düşündüm.
 
Fransız Rivierasındaki İtalyan ruhlu bu güzel şehri M:Ö Finikeliler’in eski Foçalılar’ın kurduğunu pek kimse hatırlamıyor şimdi. Önce Cem Sultan’a asırlar sonra da Abdülmecid Efendi ve Osmanlı sürgünlerine ev sahipliği yaptığını da.[2] Nice Çarşısında Barbaros’un güllelerinin birinin izi duruyor o kadar. Cannes, St.tropez, Monte Carlosahilleri hâlâ dünyanın en ünlü zenginlerine ev sahipliği yapıyor. Sevdiğim James Bond filmlerinin ünlü aktörü Sean Connery'nin 1980’li ve 90’lı yıllarda yaşadığı ve, Never Say Never Again’in filminin bazı sahnelerinin çekildiği ve bu gün hâlâ “Sean'ın yeri” olarak anılan Fransız Rivierası’ndaki malikanesi birkaç yıl önce 30 milyon euro’ya satışa çıkarılmıştı. Şimdi kimin bilemiyorum, zaten sahil şeridi jet sosyete malikâneleri ile dolu. İçlerinde Rothschild’lerinki de var. Bildiğim sürülmek için de yeniden dirilmek için de Zafer Tanrıçası Nike’in şehri oldukça uygun.Ama ben beş günden fazla bağlasalar durmam. Bu arada yeniden atan kalbime gözüm gibi bakıyor, gereksiz hiçbir şey için onu yormuyorum. Siz de aldığınız her nefesin kıymetini bilin. Her zaman ikinci bir şansınız olmuyor. Huzurunuz ve sağlığınız yerinde olsun her yer size mis gibi Nice…
 
 
 
 
[1] Murat Bardakçı, “Nice’i Türk’üm Elinden Bir Kadın Poposu almıştı”, 10 Aralık 2000, Hürriyet Gazetesi, https://www.hurriyet.com.tr/murat-bardakci-nice-i-turkler-in-elinden-bir-kadin-poposu-almisti-39205651
 
[2] https://www.ekrembugraekinci.com/article/?ID=525&bir-ac%C3%A2ib-%C5%9Fehir:-nice
 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..