- Kategori
- Gündelik Yaşam
Nazar etme ne olur
Kim ne derse desin, “Nazar”a inanırım ben. Kimi “Göz”, kimi “Nazar” ya da ne derse desin, böyle bir olgunun varlığına inanıyorum. Başıma gelenlerle, etrafımda gözlemlediklerim de, kanıtlıyor bunu.
İnsan gözünün ışın yaydığı, bu ışınların karşıdaki insanı ya da nesneyi etkilediği, mavi renkli gözlerin bu konuda daha etkili oldukları, mavi taşların da, (Nazar Boncuğu) bu ışınları alıp öldürdükleri gibi bilimsel açıklamalarda, ayrıca işime geliyor.
Çok geziyorum diye kıskanıp adımı “Gezginci” ye çıkartanlar utansınlar, bir aydır Ankara dışına çıkamıyorum. Buna “nazar değdi-göze geldi” denmez de, ne denir acaba.
Ben evin içinde, Sarı kız kapının önünde paslanıp duruyoruz dört haftadır.
Biz paslanıp, üzerinde kırmızı şeritli “Ankara” tabelasını göreceğimiz günleri hesaplarken, hangi aralıkta gidip geldikleri belli olmayan gençler, çikolata rengi tenlerini tüm cömertlikleriyle sergileyip ortalıkta dolanmaya başladılar bile.
Tabi bizim evin delikanlısı da, "Dayımı ziyaret edeceğim" diye gittiği Akçakoca'dan, "Halamı özledim" diye geçtiği Bursa'da da bir hafta kaldıktan sonra, soluğu Dikili'deki Ali amcamızın yazlığında aldı. Ali amcayı sevmeyenimiz yoktur ama, öğrendik ki, Ali amca içimizde en çok Kemal'i seviyormuş. Bu durumda evin delikanlısı Kemal bey tatili ne zaman bitirir, ne zaman döner bildiğimiz yok.
Annesinin de izne ayrılmaya, ayrılsa dahi herkesin gittiği deniz kenarları dururken benimle taşın- kayanın , dağın- bayırın, hatta kenelerin içine gelmeye niyeti olmayınca, böyle oluyor işte. Sarıkız kapının önünde, ben üç tarafını saksı çiçekleriyle bezediğim çamaşır balkonunda, küflene paslana Ankara'yı bekliyoruz.
Pıtırcıklar, fesleğenler, sardunya ve petunyalar arasında, arada bir de olsa iki bardak rakı içebilmenin avuntusunda, ne Çin'de ki katliamlardan, ne futbolcu transferlerinden, ne askere açılan sivil yargı yolundan, ne de maaşıma yapılan 11 TL'lik zam haberinden uzak kalamıyorum.
Çin'e kollarım uzanmadığı, futbolcuların transferlerine aklımın ermediği, askere açılan sivil yargı kapısından kimlerin geçeceğini bilecek kadar uzman olmadığım için, gücüm 11 liralık zammıma yeter diye düşünüp, "hadi hanım bu akşam yemeği dışarda yiyoruz" dedim.
Keçiören'in girişindeki, adı şimdilik hala Atatürk Bahçesi olan yerin yakınındaki İtalyan pidesi satan (Pizza) dükkana girdik. Elime verdikleri, yenilebilecekler listesine bakarken, ne yiyeceğimden çok fiyatların üzerinde gezinen gözümün farkına varan eşim, "Teki 8 lira elli kuruş, ama iki tane söylersek, ikinci 3 liraymış" deyince, adına resmine bakmadan "ondan istiyorum" dedim. Çarpma, bölme ve toplama işlemlerini de o anda yapmıştım elbette. Sıkıntı yok, cebimdeki parayla buradan gururla çıkabilirdim.
Laf aramızda, çatal bıçak kullanmaya gerek duymadan yedim önümdeki dilimleri. Allah var, karnımda doydu. Mekan, ürün, servis herşey iyiydi. Eşimin yiyemediği iki parçayı paket yapmaları isteğimi de kırmadılar.
Hesap fişiyle beraber gelen ıslak mendillerle elimi ağzımı silerken baktığım rakamlarda, içtiğimiz küçücük suların 1'er lira olmasına kızsam da hafiften, sorun yapmadım. Hesap beklediğim gibiydi.
Elimi pantolonumun arka cebine götürüp, cüzdan çıkartacağım anda, eşimin "Ben de bozuk var, burdan verelim" demesiyle gözlerim ışıladı. "Yok yaa, veriyorum" falan gibi rol kesmemin, 21 yıllık eşime işlemeyeceğini bildiğimden "tamam" dedim.
Hesabın üstünü masanın erkeği olarak benim önüme bıraktı garson arkadaş. Deriden defter gibi duran hesap kartını açıp, para üstü olarak getirilen tüm parayı aldım ve cebime koydum. "Bahşiş bıraksana" diyen eşime "Ne kadar bırakayım" dedim. "2 lira elli kuruş olsun bırak" deyince, cebime koyduğum paralara daha bi sarılarak, "hadi kalkalım" deyip zıpladım ayağa.
Koskoca devletimin bana 25 yıllık hizmetim karşılığında verdiği 11 lira gibi kutsal ve saygın bir zammın, 2 lira elli kuruşunu garson arkadaşa verecek kadar kıymet bilmez değildim.
Hem sonra Başbakan RTE, yemek yediğimiz yerin hemen 200 metre ilerisinde oturan komşumuzdu.