- Kategori
- Anılar
Nostalji 11: Malatya Fuzuli Caddesi...

Saray Mahallesinde de kısmetimiz kesilmiş. Babam bir gün eve bir müjdeyle gelmişti. Kendisini “DDY Pansiyon Müdürü” yapmışlar, Fuzuli Caddesinin tam girişinde solda köşedeki beş katlı bir apartman, DDY’nın Pansiyonu olarak kiralanmış; bize de en üst katta bir lojman ayrılmıştı. Bu ne demek ti?
O sıralarda demiryollarının küçük istasyonlarında bulunan memurların, işçilerinin çocuklarının da doğal olarak eğitime ihtiyaçları vardı. Fakat ne yazık ki, bu istasyonların bulunduğu yerlerde çoğu kez ilkokul bile bulunmuyordu. Onun için DDY,5. İşletmeye bağlı istasyonlarda oturanların çocuklarını Malatya Merkeze davet ediyor; bu pansiyon binasında onların barınmasını, yemesini, içmesini sağlıyorlar. Bunun yanında yardımcı öğretmenler vasıtasıyla, eğitimlerine yardım ediliyordu. Ve çocuklar ilkokuldan, lise bitirene kadar bu Pansiyonlarda kalıyor ; eğitimlerine okullarda devam ediyorlardı. Babam burnuna kadar bu eğitim işine girmişti. Çünkü çocukları sadece okullarına göndermek yetmiyordu; onlar okuldan döndükten sonra da mütalaa saatlerinde onları çalıştırmak, derslerine yardım etmek gerekiyordu. Pansiyonda aşağı yukarı 100 tane çocuk vardı. Hepsi de hayat dolu, güzel, okumaya hevesli çocuklardı.
Saray mahallesi , Ömer Efendi sokaktan bu Fuzuli Caddesine taşındık. İkinci kattan 5. kata taşınmıştık. Babam açısından bakarsan bu oldukça büyük bir terfiydi. Fakat , ev pek sağlıklı değildi. Ancak, önümüzdeki upuzun balkon, kocaman veranda siz ne derseniz deyin adeta top oynayacak kadar büyüklükteydi (Abartma var tabii…) Ve manzarası çok güzeldi. Belediyenin, hükümetin arka taraflarını, yeşil bahçelerini görüyordu. Akşamları yan taraftan da yazlık “Melek” sinemasını ayan beyan, beleş cinsinden seyredebiliyordunuz… Daha ne istersiniz. Her akşam sinema, her gün beleş film… Gerçi… sinemaya gidip, aralarda kızlara göz atarak, ucuz gazoz içmenin tadı burada yoktu ama, konu komşu da eksik olmuyordu seyre gelen..
Yeni evimizden en çok kedimiz “Boncuk” rahatsız oldu. Hayvancağız, geniş balkonda dön Allah dön koşturuyor, fakat beşinci kattan kaçacak bir yer bulamıyordu. Hani ne derler. Kediler sahiplerine değil, daha çok evlerine bağlıdırlar diye… Önceki evimizin ikinci kattaki balkonu kaçmaya çok elverişliydi; arka taraftaki balkonun içine kadar giren bir sürü erik, kayısı ağaçları vardı. O ağaçlardan birine sarıldı mı hop yere iniyor, istediği kadar gezip tozup, hovardalık yaptıktan sonra, canı istediğinde eve geliyordu… Burada nerede?
Zavallı kedi balkonda bir o yana bir bu yana koşturuyor, balkonun kenarına çıkıp aşağıya bakınca, başı dönüyor, bu kez , “Ben gidecem… Bu evi istemem..” dercesine, danalar gibi böğürüyordu. İçimiz sızlıyordu ama kedimizi öylesine seviyorduk ki, “Birkaç gün bağırır, ondan sonra alışır, burada oturur…” ön düşüncesiyle hareket edip, onu özgürlüğüne kavuşturmak aklımıza gelmiyordu. Hem serbest bıraksak, bizde yediği o bol bulamaç günlük işkembeyi nerede bulacaktı ki…
Fakat bir sabah kalktık, Boncukla sevişmek, dalga geçmek için arandık , tarandık …Fakat “Boncuk” yok… Faydasız… Hayvan evde yoktu… Hiç birimiz konduramadık ama; annem, derin sevgisiyle, 5. kattan aşağıya indi, bütün apartmanın çevresini dolaştı ve o zavallı hayvanı bir duvarın dibinde hurdahaş vaziyette buldu. Kediyi eve getirdiğinde , kedi yarı ölü vaziyetteydi… Babam, anneme .. “Bu kedi adam olmaz…Hemen elden çıkar…” dedi . Ama annem, o derin kahramanlığıyla , bütün ayakları kırılmış olan kedinin her tarafını sardı sarmaladı, alçıladı… Adeta bir kırıkçı, çıkıkçı gibi onu tedavi etti… Boncuk günlerce yattı, günlerce inledi… Ve nice haftalar sonra zavallıcık, sonunda ayağa kalktı ve dirildi … Eve de alıştı. Baktı ki gidecek bir yer yok. O balkonu benimsedi. Bir daha da atlamaya teşebbüs etmedi… Ah annem, benim fedakar annem.. Sen ölüleri diriltirdin be..!
Eh, biz de yerimizde durmuyorduk ya… Büyüyorduk. Lise iki düzeylerine gelmiştim. Durmadan kaçar, karşıda hükümetin arkasındaki sahada Kasap Ali Baba ile Hosarafoğlu Vedat’ın yer aldığı takımlardan birinin içinde yer alır; o tozlu topraklı sahada akşama kadar koşturup durur, eve gelince de bir araba söz işitirdim.. Ama o çağlarda futbol oynamak ne zevklidir… Bunu bilirse Başbakanımız çok iyi bilir!
Kimi zaman top oynayarak, kimi zaman parkta bir masaya astığım , “İngilizce ders verilir” levhasıyla öğretmenliğe heveslendiğim yıllarda. Allah razı olsun, İstanbul’dan gelen bir bayan öğretmen sayesinde, İngilizce’miz bayağı iyileşmişti… Ben de çok hevesli olduğum için, ders verecek kerte kendime güven kazanmıştım… Böylece ikmale kalan çocuklara ders vermek yeni işimdi… Adımız da çıkmıştı… Eee böyle böyle, fakirin, tavuğu, akmasa da damlar derler ya… “Erdal Öğretmen” harçlığını çıkartıyordu artık.
Babam baktı ki bu işi bayağı benimsedim, gelip giden “Erdal Hoca evde mi” diye soruyorlar ; önlem olarak beni maaşa bağlamaya karar verdi. Yarı hazırladığı yarı resmi bir belgeyle beni, Pansiyon öğretmenliğine tayin etti. Akşamları çocuklara, mütalaa saatlarinde ders verecektim. Hazırlanan belgenin sahte olduğunu biliyordum ama, bu iş benim bayağı hoşuma gittmişti. Akşamları, bir saatliğine aşağıya iniyor, o akşam hangi öğretmen kaytardı ise, onun yerine derse giriyordum. Çocuklar da beni seviyorlardı , ben de çocukları ; işte daha sonra 45 yıl sürecek öğretmenlik hayatı o günlerde başlamış, nerden bilirim. ..