Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Temmuz '13

 
Kategori
Kitap
 

Okuduğum Son oniki kitap- III

Okuduğum Son oniki kitap- III
 

Garo Alagöz'ün yazı yazdığı Artar gazetesinin abone makbuzu


İrma ve Elma Ağacı - Garo Alagöz

Bilgisayarımın yanında bir süredir, okuyup da bloğuma en azından haklarında bir kaç satır yazı yazayım diye koyduğum kitaplarım üst üste duruyorlar.

Kitap eleştirisinin suya yazı yazmak olduğunu anlasan ve buna razı olsan bile yine de, okuduktan sonra sende bıraktıkları duygularla ilgili bir şeyler yazmak istiyorsun.

Kitap isminden yola çıkıp da başkalarının yazdıkları eski eleştirileri aramayı çoktan bıraktım. Hep söylüyorum artık eleştiri falan yok sadece ikinci el satış ilanlarına denk gelip boşa zaman kaybediyorsun. ''Hadi'' diyorum ''Bari yazarı ile ilgili ne bulursam ona da razı olayım.''

Milliyet Gazetesi'nin eski sayılarını yüklediği, bilgisayarın dipsiz kuyularındaki kayıtlarda mevcut vefat ilanlarına kadar bakıp da elim boş döndüğüm bile çok sık oluyor.

Yazmamışız, yazana aldırmamışız, unutmuşuz. İlkel topluluklarda bile duvar resimleri var, ne acıdır ki bizde o dahi yok.

Garo Alagöz bir yazısında da aslında ismim Garbis, Garabet dediği için Garo'dan aramayı bir kenara bırakıp Garbis, Garabet diyerek aklıma gelen her yere bakıyorum, Garabet Alagözyan.

YOK...

Kitap arkasındaki fotoğrafından 'görsel tarama' da sonuç vermeyince, kadere razı oluyorum.

İnsanın evlatları vardır, hısım, akraba, eşi dostu. Bir kişi bile kalkıp da şu 'sanal alem'e üç kitabı olan tanıdığı ile ilgili tek bir sözcük olsun yazmaz mı?

Elimde Garo Alagöz'ün 'İrma ve Elma Ağacı' adlı öykü kitabı var. İlk öykü kitaba da adını vermiş. Baştan okuduğum bir kaç öykü bana önceleri Ziya Osman Saba saflığında, naifliğinde bir hayata bakış duygusu yaşatsa da doğrusu ne yazık ki o his sonradan kayboluyor.

Biraz fazla küçük burjuva ve hep tek tip ada öykülerinden yola çıkılarak kurgulanmış, pek de var mı yok mu belli olmayan 'aşk'lar öykülere sinmişler.

Daha bir kitabın ortalarındayken yazarının başka kitaplarını satın alıp okuma hissi duymuyorsam o kitap bana eziyet olmaya başlamış demektir. Neyse ki İrma ve Elma Ağacı, o düzeyde bir ilişki kurulamayacak kadar kısa öykülerden ve hafif cümlelerden oluşuyor ama bitirince de ''Ne güzeldi doğrusu'' diye anamayacağım bir kitap.

Aslında kitabın neden hoşuma gitmediğine dair daha somut verilere de sahibim. Örneğin yazar her an gençleri yaptıkları şeyler konusunda eleştiriyor. Kendisi gezmelere gittiğinde sabahın köründe beyaz şarap içmeye başlarken bunda bir sakınca görmüyor ama gençleri sokak ortasında öpüşürlerken görünce hoşuna gitmiyor. Kızları denizden bir türlü çıkmayınca ya da akşam eve girmek bilmeyince de sürekli mızmızlanıp duruyor. Bugünlerde Ankara metrosunda yapılan, ''Ahlak ve adaba mugayyir hareketlerde bulunmayın'' anonslarını anımsatıyor yazdıkları.

Yazıları o günlerde Artar Gazetesi'nde de yayımlanan Garo Alagöz hafızamda, bitmemiş aşk öyküleri ve maalesef tadına tam varamadığım gezi yazıları ile kalacak.

Üç kızlar - Oğuz Tansel

Türkiye'de 'masal' denilince akla ilk önce Pertev Naili Boratav gelir. 1915 doğumlu ve edebiyat öğretmeni olan Oğuz Tansel, 1942 - 1948 yılları arasında Amasya'da derlediği masallar ile Boratav'ın hazırladığı 'Türk Halk Masallarının Tipleri Katologu'na girmiştir.

1994 yılında kaybettiğimiz Tansel'in 'Üç Kızlar' adlı kitabı tam 6 masaldan oluşmaktadır.

Yazarın dilindeki özgünlük ve sözcükleri seçerken kullandığı özen hemen farkedilir.

Hatta size hemen yazarın kullandığı ve o günler için çok yeni bir kaç sözcüğü sıralayayım,

düşünü : fikir
örgen : uzuv
düşelik : nasip

Benim masallarla ilgili daha doğrusu yazım dillerine dair kimi zaman bir itirazım olur. Çocukları korkutan, ürperten sözcüklerden hep kaçınılmasını ve daha çok sevgi barındıran hitap tarzlarının yeğlenmesi gerektiğini düşünür ve öneririm.

Sonradan karşımıza içinde 'Allah korkusu' olan eşler arayan insanların çıkmasına neden olan bu durum, 'İçinde Allah sevgisi' taşıyan bireyler yaratabilmemize katkı sağlayabilecektir.

Anlatmak istediğim konu ile ilgili bir örnek vermek gerekirse, ''Kendisini aldatan karısını kırk katırın kuyruğuna bağlayıp dağlara salıveriyor'', kişisel düşünceme göre çocuklara seslenen bir masal kitabında yer almaması gereken bir tümcedir. Başka bir yerde de ''Teyzeciğim'' der küçük kız, ''Neden herkes yaslar içinde'' yanıt ''Çekil git başımdan''. Ya da ''Halk Yargıcılar Kurulu'nu kurup doktoru yargılıyor. Onu darağacında sallandırıyorlar'' Ürpermemeli çocuklar, korku ile dolmamalı yürekleri.

Saçları portakal sarısı, gözleri Akdeniz Mavisi kızları anlatırken masalsı romantizm iyice insanı sarıp sarmalar. ''Oğlanın derdi büyük, öğütle geçecek soydan değil'' der bir büyük derdi anlatırken. Ne güzel de tanımlar durumu. Günün burnuyla der, 'sabahın ilk ışıklarıyla' yerine.

Masallar güzeldir hele bir de bizimkiler...

Sam Amca'nın Evinde - Bedii Faik

1921 doğumlu bir zamanların meşhur 'fıkra yazarı' Bedii Faik'in adından da anlaşılacağı gibi bu kitabı, Amerika seyahatinin anılarından oluşur.

1950'lerin başı Amerikası mı daha ilginç yoksa uluslararası yolculukların az ve ülkeler arası farkların çok olduğu bir dönemde, o zamanların meşhur bir yazarının yorumlarını yarım asırdan daha fazla bir süre sonra okumak mı, doğrusu kararsız kalır insan.

Amerika'nın kim olduğuna bakmadan uyguladığı vize işkencesi o zamanlar da varmış ama bugünkü kadar kanıksanıp normal bir şeymiş gibi algılanmadığı için vize alma süreci de bir yazı konusu olabilmiş. Kitapta Amerika'ya seyahatin başlangıcında yaşanılanlar arasında, Amerikan Konsolosluğu'nda komünist olmadığınıza dair yemin ettirilme aşaması da en ilginci olsa gerek.

Değişik bir bilgi de satır aralarına sıkışmıştır. 1942 yılında Hitler'e karşı savaşın tam da göbeğinde olan Sovyetler Birliği'ni sevdirecek şekilde Amerika'daki bütün film şirketlerine Amerikan Hükümeti'nin en az 3 film yapmaları emrini, doğrusu ben ilk defa bu kitapta öğreniyordum. Sonradan 'soğuk savaş' yıllarının baş düşmanı olacak devleti, Almanlar'a karşı güçlü kılmak için lehte propaganda aracı olarak filmler çektirmek doğrusu müthiş bir cinlik, hele de o zamanlar için.

Tüketim rakamları o günlerde Türkiye ve Amerika arasındaki en belirgin göstergelerden. Bir yazısının başlığı bile aslında her şeyi anlatıyor. ''Broadway'de bir gecede tüketilen elektrik, Türkiye'nin bir yılda harcadığına eşittir.''

Her yabancının hatta diplomatik pasaportluların bile ellerinde aşı kağıtları ile Amerikan vatandaşlarının ardında pasaport kuyruğunda beklemelerinden de söz eder yazar.

O günlerde Boğazımız henüz daha köprüsüz olduğu için Washington Bridge Köprüsü'nden geçerken beğenisini ifade etmek için, ''İşte Boğaz'a köprü yapılacaksa bunun gibi bir şey olmalı'' der.

Sam Amca'nın 48 yıldızlı güzel bayrağı, kaçamak yapmış emekli bir generale benziyorduder, bir revüde sahnede olanları tarif ederken. Amerikan bayrağına henüz 1959 yılında katılacak olan Hawai ve Alaska'nın yıldızları o zamanlar ortada yokturlar.

Geçmişte gurbetçilerin de Almanya'dan aynı şekilde bahsettiği, modeli biraz eskimiş televizyon, buzdolabı gibi elektronik eşyaların çöpe atılmasına olan şaşkınlığını da yazar Bedii Faik, çöpte gördüğünü söylediği vizon manto ise bardağı taşıran son damladır. Doğru bir analiz yapar, ''Amerika üretim ve tüketim üzerine kurulur, yıkılması için komünizm falan hiçtir ama tüketmek yerine halk tasarrufa giderse işte o zaman Amerika ayakta kalamaz'' der.

Günün İstanbul Belediye Başkanı olan Prof. Gökay ile New York Belediye Başkanı'nın icraatlerini de kıyaslar ve ellerindeki olanaklara bakmadan Gökay'ı çok acımasızca ağır bir şekilde eleştirir.

Şimdilerde büyük tartışma konusu olan, küçük esnafın başındaki büyük dert AVM'leri ballandıra ballandıra anlatır, ''Ne o öyle alınacak her şey için ayrı bir semte gidip tek tek araştırmak? Hepsi bir tek büyük binada yanyana, üstelik fiyatlar da çok ucuz.''

Televizyonun artıları ve eksileri o günlerden tartışılmaya başlanmıştır. ''Aile sohbetini öldürüyor mu yoksa her türlü bilgiyi evimize mi getiriyor?'' herkesin birbirine sorduğu sorudur. Çok seyredilir olunca Amerikalıların televizyonları taksilere de koyduklarını ancak kazalar artınca bundan vazgeçtiklerini de yazar. Amerikalıların zekasını över. ''Hiç önyargılı değiller, denerler tutulursa devam eder ama olmazsa da bırakırlar''.

Bazı şeyler onu normalden de çok şaşırtır. New York'taki kar fırtınasında meydana gelen trafik kazalarında onlarca araba birbirine girip kaza yapınca ve ölü sayısı da 20'yi aşında New York Savcısı, Meteoroloji kurumu aleyhine halkı zamanında uyarmadıkları için dava açar.

Amerika'nın güney eyaletlerine inildikçe zenci (o zamanlar henüz siyah ya da renkli denmiyormuş) karşıtlığı yoğun olarak hissedilir ve Bedii Faik bundan da sık sık bahseder.

Canlı yayında dinlediği bir bilgi yarışmasında katılımcıya sorulan sorulara ise hayret eder, bizde ilkokul çocuklarının bile bilebileceğini düşündüğü sorulara Amerikalı katılımcı doğru yanıt verip yüzlerce dolar kazanınca, ''Bu kadar basit soru mu olurmuş?'' diye kendi kendine sorar ve halkın genel bilgi düzeyinin çok düşük olduğuna karar verir.

Bazı yerlerde çokça abarttığını şimdi aradan atmış yıl geçtikten sonra anlasak bile o zamanki sınırlı seyahat anıları için tatlı okunan, bilgilendirici, hoş sohbet bir kitap. Sahaflarda bulursanız kütüphaneniz için kaçırmayın derim.

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..